Hükümlü ve Tutukluların Hastahane Tedavilerinde Tıbbi ve Yasal Sorunlar

İnsan hakları, sosyal devlet olmanın ve demokratikleşmenin en temel kurumlarından biridir. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A(III) sayı ile kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” (İHEB), 6 Nisan 1949 tarih ve 9119 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye tarafından kabul edilmiştir.

Tüm temel insan haklarının yanında, sağlık ve sosyal güvenlik konuları da bu karar dahilinde değerlendirilmiştir. Nitekim İHEB’nin 22. maddesinde, “Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır.” derken; 25. maddesinin 1. şıkkında, “Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır.” denmektedir. Keza, anayasamızın 56.maddesinde belirtilen “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak zorundadır.” hükmü de bu anlayışın sonucudur.

Hemen belirtelim ki, diğer tüm insan hakları konularında belirli şartlar altında kısıtlamalar kabul edilebilirken, sağlık ve sosyal güvenlik haklarında hiçbir kısıtlama getirilmemiştir. Tüm mahkum ve tutuklular da aynı haklara sahiptir. Kaldı ki, infazın amacının kişiyi infaz yoluyla ayrıca cezalandırmak veya ondan öç almak değil; sağlıklı bir birey olarak tekrar topluma kazandırmaktır. Hatta, idam mahkumlarında bile sağlıklı olmak şartı konulmuştur. Bu açılardan, hekimin-hasta mahkum ilişkisinde, kişinin içinde bulunduğu her türlü kısıtlılık ortadan kaldırılmalıdır.

Etik Kurallar ve Hastalar

Hipokrat (M.Ö. 460-370) Yemini’nde, “İster hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan sakınacağım. Gerek sanatımın icrası sırasında, gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.” kuralı ile, hasta-hekim ilişkilerindeki gizlilik boyutu vurgulanırken; “Divinum est opıs sedare dolarem. (ağrı dindirmek ilahi bir sanattır.” ifadesi tıbbın kutsiyetini vurgulamaktadır.

Tıp etiğinin temel ilkeleri, doktorların kendilerini riske atma pahasına da olsa tıbbi bakım vermeyi gerektirir. M.S. 1. yy’dan kalma bir Hindu yasasında, doktorlara “hastanızın iyiliği için bütün kalbiniz ve ruhunuzla çalışın, hayatınız pahasına da olsa hastanızı terketmeyin, onu incitmeyin” talimatı verilmiştir.[1]

Günümüzde bu ifadeler meslek yemininde, “mesleğim dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma, ….. din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma” olarak geçmektedir.

Dünya Tabipler Birliği’nin (DTB) 2’nci Genel Kurulu’nda (1948, Cenevre-İsviçre) benimsenmiş, 22’nci (1968, Sidney) ve 35’inci Genel Kurulları’nda (Ekim 1983, Venedik) geliştirilmiş olan, Cenevre Bildirgesi’nde bulunan “Benim için hastalarımın sağlığı en önde gelecek; Bana verilmiş olan sırlara, hastanın ölümünden sonra bile saygı göstereceğim. ……… Din, ulus, ırk, parti politikaları ya da toplumsal durumla ilgili değerlendirmelerin görevimle hastamın arasına girmesine izin vermeyeceğim” ifadeleri, Hipokrat yemininde ele alan etik değerlerin, vurgulanmasıdır.

Kısacası kişiler, etnik köken, milliyetler, inanç, siyasî görüş, cinsiyet ya da kişisel özellikleri ne olursa olsun gerekli sağlık ve sosyal güvenlik hakkına sahiptirler. Dünya Tabipler Birliği DTB’nin Uluslararası Tıbbi Etik Kuralları, doktorların “mesleki ve ahlaki bağımsızlık içinde, şefkatle ve insan onuruna saygılı” olmayı esas almıştır.

13 Ocak 1960 tarih ve 4/12578 sayılı Tıbbî Deontoloji Tüzüğü’nün 2. ve 4. maddelerinde, “Tabip ve diş tabibi; hastanın cinsiyeti, ırkı, milliyeti, dini ve mezhebi, ahlâki düşünceleri, karakter ve şahsiyeti, içtimai seviyesi, mevkii ve siyasi kanaatı ne olursa olsun, muayene ve tedavi hususunda âzami dikkat ve ihtimamı göstermekle mükelleftir.” ve “ Tabip ve diş tabibi, meslek ve sanatının icrası vesilesiyle muttali olduğu sırları, kanuni mecburiyet olmadıkça, ifşa edemez.” açık hükümleri bulunmaktadır.

IMG_7116Tıbbi etikte, gizlilik vazgeçilemez özelliktir. Ancak pratikte gizlilik anlayışı konusunda tartışmalar devam etmektedir. Kesin olan hastanın aleyhine sonuçlar verebilecek konularda gizliliğe mutlak uyulması gerektiğidir. Öte yandan işkence, kötü muamele veya tehdit faktörlerinin söz konusu olduğu durumlarda, hasta istemese dahi gizlilik kuralının geçerliliği tartışılmaktadır. Böylesi durumlarda suça ait delillerin bulunması durumlarında gizlilik kuralı ikinci derecede kalmaktadır. Karar verilirken, hastanın veya ailesinin görebileceği zararın dikkate alınması uygun olacaktır.

Hekimlerin suçla ilgili bulgular karşısındaki mesleki yükümlülük ve standartları, “Deontoloji Tüzüğü” ve Türk Tabipleri Birliği’nin “Hekimlik Meslek Etiği Kuralları” tarafından açıkça ortaya konulmuştur.

TTB, tarafından 1 Şubat 1999’da yayınlanan Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’nın 7 maddesi hekimin sorumluluğunu açıkça ortaya koymaktadır.

7. maddede, “Hekim görevlerini her durumda hastaları arasındaki siyasal görüş, sosyal durum, dini inanç, milliyet, etnik köken, ırk, cinsiyet, yaş, toplumsal ve ekonomik durum ve benzeri farklılıkları gözetmeksizin yerine getirmekle yükümlüdür.” denmiştir.

Uluslararası Hukuk

Uluslararası hukuk ve antlaşmalar, Dünya Tabipler Birliği tarafından deklare edilen (giriş bölümünde bahsettiğimiz Uluslararası Tıbbi Etik Kuralları, Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve BM tarafından kabul edilen diğer kararlardır.

Uluslararası anlaşmaların Türk hukukundaki yeri ve etkisi, uzun süre insan hakları sözleşmeleri ve daha özel olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi üzerinden yapılmış, ancak tartışmaların kaynağı olan Anayasa’nın 90. maddesine 2004 yılının Mayıs ayında yeni bir cümle eklenmesiyle, insan hakları sözleşmeleri ve kanunlarımızın çatışması ihtimalinde hangisinin tercih edileceği büyük ölçüde netleşmiştir. Anılan yeni kural şu şekildedir;Her iki protokol arasındaki temeldeki farklılık, Terörle Mücadele ve Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunlarını ilgilendiren konularda çıkmaktadır. Bu farklılık 2004 yılında yapılan anayasa değişikliliği ile ortadan kalkmıştır.

Halen yürürlükte olan Anayasamızın 90. Maddesi şu hükmü içermektedir: “….Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Anayasa metninden anlaşılacağı üzerine, tüm uluslararası kurallar, ülkemiz için de geçerliğini korumaktadır.

Hasta Hakları

Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi’nin (1981), Eylül 1995’te, Bali- Endonezya’da yapılan güncellemesinde hastalar arasında ayırım olamayacağı; herkesin aynı hakka sahip olduğu vurgulanmıştır. Bu konuda, kabul edilebilir tek kriter, tıbbî aciliyettir.

Söz konusu bildirgeye göre, “Yürütme organının, hükümetin veya herhangi bir idari merci veya kurumun bu hakları hastalara tanımayı red etmesi durumunda hekimler, bu hakları garanti altına almak ya da bu hakların verilmesini sağlamak için gerekli yollara başvurmalıdırlar.”

Hekimlerin suçla ilgili bulgular karşısındaki mesleki yükümlülük ve standartları, “Deontoloji Tüzüğü” ve Türk Tabipleri Birliği’nin “Hekimlik Meslek Etiği Kuralları” tarafından açıkça ortaya konulmuştur.

TTB, tarafından yayınlanan Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’nın 21 ve 35. maddeleri hekimin sorumluluğunu açıkça ortaya koymaktadır.

21. maddede saygının zorunluluğunu vurgulanırken; “Hekim hastasının sağlığı ile ilgili kararlar alırken; bilgilenme hakkı, aydınlatılmış onam hakkı, tedaviyi kabul ya da red hakkı , vb. hasta haklarına saygı göstermek zorundadır.” Denmiştir.

35. madde ise doğrudan tutukluların hakları ile ilgilidir: “Tutuklu ve hükümlülerin muayenesi de öteki hastalarınki gibi, kişilik haklarına saygılı, hekimlik sanatını uygulamaya elverişli koşullarda yapılır ve onların gizlilik hakları korunur. Hekimin, bu koşulların sağlanması için ilgililerden istekte bulunma hakkı ve sorumluluğu vardır. Muayene sonucu düzenlenecek belge veya raporlarda hekimin adı, soyadı, diploma numarası ve imzası mutlaka bulunur. Belge ve raporun bir örneği kişiye verilir. Belge ve rapor baskı altında yazılmış ise, hekim bu durumu en kısa zamanda meslek örgütüne bildirir.” Maddenin içeriğinden anlaşılacağı üzere hekimin uygun koşulları sağlama konusunda sorumluluğu bulunmaktadır.

Uluslararası hukukta, silahlı çatışma dönemlerinde doktor-hasta ilişkisinin gizliliğine özel bir önem atfederek, doktorların hasta ya da yaralı kişileri ihbar etmemeleri gerektiğini de belirtmiştir. Bu tür durumlarda hastaları hakkında bilgi vermeye zorlanmamaları için sağlık çalışanları da koruma altındadırlar. Bu ince noktada, mesleki gizlilik ile suçun örtbas edilmesi fiilleri iç içe geçmiş durumdadır.

Mahkum ve tutukluların hakları

5275 sayılı “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunu”nun (CGİK) 71. Maddesi, mahkum ve tutukluların sağlık güvencesini, devlete yüklemiştir. Uluslararası ve ulusal yasalar ve yönetmelikler dışında, ülkemizi ilgilendiren 2 protokol bulunmaktadır.

İstanbul Protokolü’nün tam adı İşkence ve diğer zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı muamele veya cezaların etkili biçimde soruşturulması ve belgelendirilmesi için el kılavuzu dur.

Dünyanın 15 ülkesinden 40 sivil toplum örgütünü temsil eden 75 aydın tarafından hazırlanmış olup, dünyadaki işkence ve kötü muameleleri önlemek amacıyla, Birleşmiş Milletler tarafından 4 Kasım 1999’da kabul edilmiştir.

İstanbul Protokolü’nün konumuzu ilgilendiren boyutu, mahkum ve tutukluların muayene ve tedavileri ile ilgilidir. Protokolde, çok açık bir şekilde, güvenlik güçlerinin muayene odasında bulunmaması gerektiği belirtilmiştir. Ancak doktor talep ederse, sağlık kuruluşunun güvenlik personeli hazır bulunabilir. Bu durumda, güvenlik personelinin, hasta-hekim konuşmalarını işitebilme mesafesinin dışında durması gerekmektedir.

Üçlü Protokol, ilk kez 17 Ocak 2000 tarihinde imzalanmış; 2003 ve 2011 yıllarında dönemin Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanların tarafından yeniden düzenlenmiştir. 2003 tarihli düzenlemenin 61. maddesinde ise şöyle denmektedir;

“Terörle Mücadele ve Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele kanunlarının kapsamları dışında kalan suçlardan tutuklu ve hükümlü olanların, hastanelerde muayeneleri sırasında jandarma, odanın muhafazalı olması durumunda kapı dışında bekleyecek, muhafazalı olmaması halinde muayene odası içinde bulunacak, doktorla hasta arasında geçecek konuşmaları duymayacak uzaklıkta koruma tedbirleri alacaktır. Ancak tutuklu ve hükümlülerce muayene sırasında yapılacak her türlü gayri kanuni talep, ilgili sağlık personeli tarafından anında jandarma devriye komutanına bildirilecektir.

Terörle Mücadele ve Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele kanunlarının kapsamında kalan suçlardan tutuklu ve hükümlü olanların, hastanelerde muayeneleri sırasında jandarma, muayene odası içinde bulunacak, ancak doktorla hasta arasında geçecek konuşmaları duymayacak uzaklıkta koruma tedbirleri alacaktır. Bu kapsamdakilerden bayan olanların muayenelerinde jandarma, oda muhafazalı olduğu takdirde kapının dışında, muhafazalı olmaması durumunda ise oda içinde, ancak yukarda belirtilen şekilde bulunacaktır. Doktorun kendi güvenliği bakımından, talep etmesi halinde jandarma, muayene odasında bulunacaktır.” [1]

2011 tarihli düzenlemede ise, “Terörle Mücadele ve Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele kanunlarının kapsamında kalan suçlardan tutuklu ve hükümlü olanların” da aynı haklara sahip olacakları kabul edilmiştir.

Bu kurallar, -yukarda bahsedilen- 2004 tarihinde yapılan anayasa değişikliği ile geçerliliğini kaybetmiştir.

Protokolün 68. maddesinde, savcının izni ve güvenlik görevlilerinin denetiminde mahkum ve tutuklu hastalara ziyaretçi izni verileceği de bildirilmiştir.

Üçlü protokol’ün 2011 tarihli güncellemesine ek olarak, SB, Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 05.10.2011 tarih ve 40696 sayılı tamimleri ile, Yatarak tedavi gören tutuklu ve hükümlülerin yanında hekim raporuyla eşi, annesi, babası, kardeşi ya da çocuğu refakatçi olarak kalabilecek. Hastanın böyle bir yakını yoksa cumhuriyet başsavcısının uygun gördüğü başka bir aile yakını refakatçi olabilecek.” kararı bildirilmiştir. Aynı tamimin 3. maddesinde Jandarma muayene esnasında oda dışında bulunacak doktorun yazılı olarak talep etmesi halinde ise jandarma muayene odasında bulunacaktır. Ancak, hükümlü ve tutukluların muayene esnasında yaptıkları her türlü mevzuata aykırı talepler ilgili sağlık personeli tarafından anında jandarma devriye komutanına bildirilecektir.” hükmü bulunmaktadır. Bu hüküm, -zımmen de olsa- protokolün 61. maddesindeki “Terörle Mücadele ve Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele kanunlarının kapsamında kalan” kişiler için ön görülen tedbirleri reddetmektedir.

Yaşanan sıkıntılar

Mahkum ve tutukluların tedavilerinde en sık karşılaşılan mesele, cezaevi görevlilerinin veya kolluk kuvvetlerinin muayene esnasında odada bulunmak istemeleri ve kelepçenin çıkarılmaması konusundaki ısrarlarıdır. Bu sorunun temelinde, İstanbul Protokolü ile Üçlü Protokol arasındaki çelişki yatmaktadır. Yasal statüyü yeterince bilmeyen ve amiri konumundaki savcılardan çekinen güvenlik görevlileri, işgüzarlık yapmakta ve sonuçta hekimle karşı karşıya gelmektedirler.

Üçlü kararname ile mahkum ve tutuklular için korumalı muayene ve tedavi odaları öngörüldüğü doğrudur. Hemen belirtelim ki hastanelerimizdeki muayene ve tedavi odalarının çok büyük bölümü, bir kapı ve bir pencerenin tutulması ile kontrol altına alınacak kadar korumalıdır. Buna rağmen “güvenlik ve koruma” kavramlarını “Kurtlar Vadisi” dizisinden öğrenen güvenlik görevlileri ve hastane yöneticileri, sürtüşmelere zemin hazırlamaktadırlar.

Elleri kelepçeli veya sedyeye-muayene masasına kelepçelenmiş bir hastanın muayenesi ve tedavisi insan haklarına aykırıdır. Hekimin hastayı muayenesi sırasında, hastanın içinde bulunduğu her türlü kısıtlılık ortadan kaldırılmalıdır. Elleri veya yatağa-masaya kelepçelenmiş durumda muayene ve tedavi yapılmamalıdır. Unutulmaması gerekir ki, tehdit oluşturabilecek durumlarda güvenlik tedbirlerinin artırılması isteği doktora bırakılmıştır. Ülkemizde çok seyrek te olsa görülen sedyeye-masaya kelepçelenerek yapılan muayene ve ameliyatlar, güvenlik görevlilerinin olduğu kadar hekimlerin de ayıbıdır.[3]

Güvenlik görevlileri gözetiminde yapılacak muayene ve tedavilerin yol açacağı bir diğer olumsuzluk mahremiyet ve meslek sırrı ihlalleridir. Hipokrat Andı’nda ifade edilen ve bu güne kadar tüm etik düzenlemelerde yer alan “mahremiyet ve meslek sırrı” kavramı, hastanın meslekten olmayanların yanında (ailesi ve kendi isteği hariç) muayene ve tedavisine izin vermemektedir. Bu kural, “Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği”nin 7. maddesinde, “Poliklinik muayenelerinde gizlilik prensiplerine riayet esastır. Burada halkın gelenek ve ahlak kurallarına saygı gösterilir. Hastalar teker teker muayene edilir. Muayene esnasında poliklinik odasında tıp ve yardımcı tıp meslekleri personelinden başka kimsenin bulunmaması gerekir. Ancak hasta isterse ailesinden biri veya bir yakını bulunabilir.” sözleriyle ifade edilmiştir.

Keza, İstanbul Protokolü’nde, “Her alıkonulan (mahkum veya tutuklu), mahremiyetine saygı gösterilen bir ortamda muayene edilmelidir. Polis ya da diğer kolluk güçleri hiçbir zaman muayene odasında bulunmamalıdır.” hükmü bulunmaktadır.

Ameliyat ve Ameliyathaneler

Son olarak, ameliyathane ve ameliyatlar konusuna değinmemiz gerekmektedir. Tüm kanun ve yönetmeliklerde hastane, poliklinik, muayene-tedavi odası ve koğuş- hasta odası ifadesi bulunmasına karşılık, ameliyat ve ameliyathane terimleri geçmemektedir. Bunun sebebi, ameliyatın ve ameliyathanelerin tıp ve hastane dışı kavramlar değil; tartışılamayacak kadar kutsal olmalarındandır. Dahili branşlarda hekim ile hasta arasında hemşire, hastabakıcı ve diğerleri gibi yardımcı sağlık personeli bulunurken, ameliyatlarda hekimin eli doğrudan Allah’ın şifa vasıtasıdır. Bu sebepledir ki, cerrahi girişim uygulanan hastalarla, ilaç tedavisi yapılanların doktorlara bakışı farklıdır.

Hal böyleyken, bir cerrahın, sedyeye veya masaya kelepçelenmiş bir hastaya müdahalesini etik bulmak mümkün değildir. Keza, -hastalar hariç olmak üzere- ameliyathanelerin hiçbir yerine, sağlık çalışanları dışında hiç kimse, hiçbir gerekçeyle giremez. Sıkıyönetim dönemlerinde ve askerî hastanelerde dahi bu kural yıkılmamıştır.

Ameliyathaneler en az camiler kadar uhrevi yerlerdir. Orada, “eşref-i mahlukat” a hizmet verilmektedir. Ve ameliyathaneler, tüm çalışanları, hazırlık- ameliyat ve uyanma odaları, koridorları, kullanılan ekipmanları ve en önemlisi hastaları ile bir bütündür. Ameliyathanelerde geçen kırk yıldan sonra diyorum ki, o ortamda çalışmayan-yaşamayanların anlaması mümkün değildir.



[1] Münip Ermiş, Yeni TCK ve CMK Hükümleri Işığında Hekimlik Uygulamaları ve Suç Türleri. http://www.turkhukuksitesi.com/makale_957.htm

[2] http://ato.org.tr/komisyonlar/duyurular/detay/25

[3] Maalesef bu konuda basına akseden haberler bulunmaktadır. Yazının içeriği nedeniyle burada isim verilmemiştir. İsteyenler tabip odalarının web sayfalarından ulaşabilirler.

Sosyal olun, Paylaşın!
Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir