Yavuz Sultan Selim’in Doğu Anadolu politikasının mimarlarından, İdris-i Bitlisi’yi iyi tanımak gerekir.
İdris-i Bitlisî (1452-1520), Yavuz Sultan Selim devrinde Osmanlı Devleti’nin doğu siyasetinde rol oynamış politikacı ve siyasetçidir. Çok genç yaşlarında, babasının da kâtip olarak hizmet verdiği Akkoyunlu sarayına intisap etmiştir. 1501’de Şah İsmail’in Akkoyunluları yıkmasına kadar görevine devam etmiş; bilahare Sultan II. Bayezid ile temasa geçerek Osmanlılar tarafında yer almıştır. Ancak, esas etkili olduğu dönem, Yavuz Sultan Selim’in zamanıdır.
Sultan II. Bayezid’e sunduğu “Heşt Behişt” isimli kitapla meşhur olmuştur. Bu kitap, Osmanlı tarihinde, Türklere-Türkmenlere-yörüklere hakaret eden başlıcalarındandır. İdris-i Bitlisȋ kitabında, 10.000 kişilik Yeniçerileri “Rum soylu yiğitler”, Ordunun 2.000 kişilik dilaverler cemaatini, “Çoğu Acem Kürdistanı kabilelerinden gelen gençler teşekkül eder. Zira bu Kürt taifesi savaş meydanlarında arslan ve kaplanlar gibi cesaretli olur.” sözleriyle öğerken; 40.000 kişilik (türkmen) Akıncılar için, “Her zaman ani baskınlarla ehl-i küfrün mallarını ve evlatlarını yağmalamak ma’hud adetlerinden biridir. Sanatları ise İslâm dini muhaliflerinin saray ve meskenlerini ateşe vermektir. Seher vakti, beklenmedik bir vakitte hücumla peri soylu cariyeleri ve gılmanları kendi evlerinden ve vatanından çiçek gibi koparıp götürüler.” ifadesini kullanmaktadır. Acıdır ki, böyle bir kişi, Yavuz Sultan Selim’in yakın dostu ve Doğu-Güneydoğu politikalarında aşırı derecede etken olmuştur.
Akkoyunlular-Safevȋler ve Osmanlılar arasında kalan İdris-i Bitlisȋ, değişen dengelere paralel olarak, Osmanlı Sultanlarına yanaşmış ve Yavuz’un İran seferi sırasında “Şia” karşıtlığı söylemleri ile Alevȋ Türkmenler üzerine aşırı baskılar uygulanmasına yol açmıştır. Dahası, Kürt Beyleri (25kişi oldukları nakledilmektedir) ile temasa geçerek, Çaldıran Zaferi sonrası 1514 yılında Amasya’da dinlenmekte olan Yavuz’la görüştürmüş ve Doğu Anadolu’da günümüze kadar devam eden feodal yapının temellerinin atılmasını sağlamıştır.
İdris’i Bitlisi’nin gayretleriyle gerçekleşen ve Yavuz-Kürt beyleri görüşmelerinde imzalanan Amasya anlaşması, has-zeamet-timardan oluşan klasik Osmanlı Toprak yönetimi dışına çıkarak, Kürt beylerine olağanüstü imtiyazlar sağlamıştır. Söz konusu ahitnamede üç madde bulunmaktadır:
“1. Kürt emirleri, Kürdistan topraklarında, bağımsız olarak kendi kendilerini yönetecekler ve geleneksel düzen düzenlerini koruyacaklardır. Emirlik, babadan oğula intikal edecektir.
2. Osmanlılar bir yabancı devletle savaştığında, Kürdistan beyleri, Osmanlı ordusuna katılacaklar ve dışarıdan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklardır. Aynı şekilde, Osmanlılar da Kürtleri düşmanlara karşı koruyacaklardır.
3. Kürdistan eyaletindeki emirler, Osmanlı Devleti’ne her yıl tespit edilecek bir vergi ödeyeceklerdir.” denilmiştir.
Amasya Ahitnamesi ile Doğu ve Güneydoğu’da toprak sisteminde üç farklı yapı gerçekleşmiştir.
Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idari usul burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir.
İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrad (Kürt) Sancakları da denir. Hatta Kürdistan Eyaleti sancakları da denmektedir. Bunlar klasik Osmanlı Sancaklarından farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikli bölgeye eskiden beri hakim olagelen nüfuslu, eski mahalli beyler ve hanedenlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancak beyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz sancaklardır.
Üçüncü gurup ise, hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idaresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezi idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnameler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler.
Bu antlaşma ile Doğu Anadolu’da iki farklı grup oluşmuştur. Birincisi iskan edilen “Türkmenler”den oluşan; hane başı asker gönderen-vergi verenlerdir. Toprakları has-zeamet-tımar sistemine bağlıdır. Devlet gerek ve uygun gördüğünde toprağı ellerinde alabilir. Bu grupta, yeni nesiller de aynı kurallara tabiidir.
İkinci grup ise, “Kürt” kimliğine bağlı olan; asker ve vergi konusunda beylerine bağlı olan, Köylerin, tarlaların, hatta şehirlerinin mutlak hakimi ve özerk-feodal yapının mensupları… Beyleri olarak, dilediğin kadar asker-vergi verir; bölgenin mutlak hakimidir. Dahası, gücün kuvvetin, hanedanın çocuklarına kalır.
Kısacası, bu antlaşmanın sonucu olarak, yüz binlerce Türkmen, devlete düzenli olarak asker ve vergi verirken; Kürt oymakları anlaştıkları kadar asker ve vergi vererek avantajlı duruma geçmişlerdir. Bu, Osmanlı’nın Türkmenlere attığı kazıkların en büyüğüdür ve “Kürtleşen Türkmen oymakları” gerçeğini hazırlayan temel sebeptir.
Aradan yüz sene geçmeden, Doğu’ya yerleştirilen Türkmen oymakları, “Kürdüm” demenin ve/veya “Kürtçe konuşmanın” sağladığı avantajlar karşısında Kürtleşmeye başlamışlardır. Öte yandan, Osmanlı’da bir milli kültür ve eğitim politikası olmaması da Kürtleşme olayını kolaylaştıran ve hızlandıran faktör olmuştur.
Acıdır ki: Yavuz’dan bu kadar hoş görü ve otonomi sağlayan Kürt beyleri, öldüklerinde oğulları arasındaki beylik mücadeleleri dolayısıyla Osmanlı’ya isyan etmişlerdir. Nitekim, tarihteki ilk Kürt isyanı 1533 yılında Bitlis Hakimi IV. Şeref Han’ın feodal sebeplerle Osmanlı’ya baş kaldırmasıdır.
Feodal yapıya bağlı isyan-anarşi-terör günümüzde de devam etmektedir. Son iki yüz yıldır yaşanan olaylarda (Cumhuriyet dönemi de dahil) isyancıların en önde gelen istekleri,bölgeye yol-okul-su-elektirik ve güvenlik teşkilatının girmemesidir. PKK terörünün okul, iş makinası, sağlık ocağı yakmasının; ebe-hemşire ve öğretmenleri katletmesinin sebebi budur.
Türk Müslümanlığı, ȋtikȃdȋ açıdan “Maturudȋ”, amelȋ açıdan, “ehli sünnet vel cemaat” ve “İmam-ı azam Ebu Hanife” yolundadır. Şia veya Şafiliğe inanan çok az bir kısım Türkler istisna oluştururlar. Bu yollar, akılcılığı esas alan; tüm bilimsel metotların kullanılmasına cevaz verir. İslamiyet içindeki ȋtikȃdȋ açıdan ikinci yol olarak “eş’arilik” bulunmaktadır. Eş’arȋlik, “vahiy ve nakil”i esas alırken, bilimi, “inananları sapkınlığa götürmekle” suçlar.
İslȃm medeniyetinin en yükseklere çıktığı 11-15. yüzyıllar, Horasan’dan başlayıp Ortadoğu, Anadolu ve Rumeli’ye uzanan Türk Müslümanlığının İmam Maturudȋ yolunda pozitif bilimlere verdiği önemin sonucudur.
Yavuz-Şah İsmail, Yavuz-Memlukluler savaşlarında, Osmanlı ordusunun sahip olduğu ateşli silahların karşısında, Safevi ve Memluklu ordusunun okla-kılıçla savaşmak durumunda kalması, Maturudȋ inancın bilime, -özellikle pozitif bilimlere- verdiği önemin sonucudur. Keza hiç bir ordunun başaramadığı Sina Çölü’nün geçilmesi de pozitif bilimlerin sayesindedir.
Osmanlı ordusu, o noktalara gelene kadar pozitif bilimlerdeki ilerlemesi ile, bin yıllık Bizans surlarını top ateşleri ile yıkmış; girilmez denilen Haliç’e girmiş; su üzerindeki gemileri yakmıştır. Bunların hepsi pozitif bilimlerin sonucudur. Bu olaylar gerçekleştirirken, katkıda bulunanların inançları tartışılmamıştır.
Osmanlı bunları yaparken düşmanlar “meleklerin cinsiyeti”ni tartışmakta idiler.
Yapay bir Sünnȋ-Şii-Alevȋ kavgasının göbeğine düşen ve kavganın doğrudan tarafı olan Yavuz Mısır seferinden sonra, Hilafeti devralmıştır. İstanbul’a dönüşünde Hilafetin yanı sıra sayısız Eş’arȋ bilim adamını payitahta götürmüş ve medreselere yerleştirmiştir. (Kaynaklarda 1000-2000 Eş’arȋ bilim adamından bahsedilmektedir.)
O zamana kadar, pozitif bilimlerin yuvası olan, zamanının en büyük rasathanesine sahip olan Osmanlı bilim çevreleri, “vahiy ve nakil dışındaki arayışlar-keşifler müminleri sapkınlığa götürür” diyen bir anlayışa teslim edilmiştir.
Sonuç mu?
1575’de kurulan İstanbul Rasathanesi Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin fetvası ile yokedildi. Fetvada, “yıldızların gözleminin felaket getireceğini; göklerin sırlarını örten perdeyi kaldırmanın uğursuz bir haddini bilmezlik olduğunu; böyle bir gözlemevinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği”nden bahsediliyordu.
1453’te İstanbul’un fethi sırasında, 1514-1516-1518’de Çaldıran’da, Mercidabık’ta, Ridaniye’de ateşli silahlarla üstünlük sağlayan Osmanlı ordusunun bir kolu (yeniçeriler), 1600’lü yıllara geldiğinde modern talimleri ve silahları kullanmaya itiraz ediyorlar ve askeri eğitimin “keçeye kılıç sallamak” olduğunu söylüyorlardı.
Ve tarihçiler…
Kanunȋ’den sonra, Osmanlı’nın, duraklama devrine girdiğini söylüyorlar….
Yavuz Sultan Selim’in şehzadeleri,
Osmanlı hanedanında, (kardeş katlinin uygulandığı dönemlerde dahi açıklanmamış bir kural vardı. Soyun ve Hanedanın devam edebilmesi için, en az birkaç şehzade hayatta tutulur; hakanın çocuklarının (şehzadelerinin) olmasından sonra hüküm uygulanırdı.
Sekiz yıllık padişahlık süresince imparatorluğun sınırlarını iki misli genişleten Yavuz Sultan Selim, sadece oğlu Süleyman’a mı güvenmiştir.
Başka yaşayan oğlu olmamış mıdır?
Koca Yavuz’un tek erkek çocukla yetinmesi normal karşılanabilir mi?