Geçen hafta, üç gün yeşil ada Kıbrıs’taydım. Uğruna mitingler yaptığımız, şehitler verdiğimiz, kan döktüğümüz, şimdilerde eleştirilerden kısmetini alan, bizim yurdumuzdaydım. Türkiye Cumhuriyeti’nden sonra bağımsızlığını kazanan ikinci Cumhuriyetimiz’deydim. Kimilerimizin sırtımızda kambur olarak gördüğü, kimilerinin propagandası ile Türkiye’ye ihanet edenlerin bulunduğu, bizim vatandaydım.
Herkes bir şeyler söylüyor. Ancak eğrisi ile, doğrusu ile Türk bakış açısından değerlendirme yapan çok az….
Öncelikle Kıbrıs’ı bir Türk yurdu olarak değerlendirmek gerekir. Sonra Kıbrıs’ın Türkiye açısından stratejik önemini gözler önüne sermek ve 1974’ten beri adada yaptığımız doğru ve yanlış işleri tartışmak gerekmektedir.
Kıbrıs asırlar boyu stratejik hedef olarak alınmış bir adadır. Kıbrıs’ın tarihi MÖ 6000 yıllarına kadar uzanmaktadır. MÖ 3000 yıllarında Mısır ve bu günün Ortadoğu’sundan gelen topluluklar Kıbrıs’a yerleşmişlerdir. İzleyen yıllarda Anadolu kökenli topluluklar da Kıbrıs’a gelerek hakimiyet kurmuşlar ve yerli halkla karışmışlardır. Bu dönemlerde ada, ticaret için stratejik bir basamak olarak değerlendirilmiştir. Kıbrıs’ta bulunan Demir Çağı’na ait aletlerin çoğu Anadolu halklarına aittir.
Kıbrıs MÖ 1500 yıllarından sonra Mısır, Pers, Asur, Antik Yunan ve Roma hakimiyetlerine girmiştir. MÖ 22’den itibaren Roma’nın bir eyaleti olmuştur. Bilahare Doğu Roma’ya (Bizans’a) bağlanmıştır.
Bizansın gücünü kaybetmesinden sonra, Arap, Yahudi, Yunan, Haçlı grupları adaya hakim olmuşlardır. 1571’de ise Osmanlı idaresi adayı kendi topraklarına katmıştır. Anadolu’dan kaldırılan Oğuz boylarının iskânına tabi tutulmuştur.
93 harbinde ise (1877-1878 Savaşları) Osmanlı’dan “Ruslar’a karşı yardım” vaadiyle yıllık yaklaşık 92.000 altın karşılığında İngiltere’ye kiralanmıştır. 1914’te ilhak edilmiştir. Kısacası 300 yılı aşan bir zaman diliminde Osmanlı toprağı olarak kalmıştır.
Lozan Andlaşması ile Türkiye’den tamamen koparılan Kıbrıs’ta 1923 ve 1925 yıllarında yapılan düzenleme ile İngiliz-Rum ve Türk taraflarının bulunduğu yapılanma gerçekleşmiştir. Durumu beğenmeyen Rumlar’ın 1931 yılında ENOSİS‘i hedefleyen ilk ayaklanmalarından sonra, günümüze kadar devam eden mücadele başladı. 1 Nisan 1955’te kurulan EOKA terör örgütü ile Türkler’e karşı katliamlar dönemi başladı. Buna karşı Kıbrıs Türklüğü önce VOLKAN Teşkilatını, daha sonra da 1 Ağustos 1958 tarihinde Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) kurdular.
EOKA’nın terör faaliyetleri neticesinde binlerce Türk göç etmek zorunda kaldı.
NATO ve BM’in girişimleri ile 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih Anlaşması, 19 Şubat 1959’da ise Londra Anlaşması imzalandı. Ada, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını deklare etti. Bu anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğüne alındı.
Rum tarafının ENOSİS uğruna yaptığı katliamların devam etmesi üzerine 1963 ve 1967 yıllarında hava harekâtları yapılmış; 1974 yılında adada Yunan taraflısı darbe yapılması üzerine “Garantörlük” hakkını kullanan Türkiye Kıbrıs’a fiilen müdahale etmiştir. Sonuçta, adanın kuzeyinde de facto olarak, tek yanlı Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuş; uluslararası görüşmelerde Rum ve Yunan tarafının uzlaşmaz tutumunun devam etmesi üzerine 15 Kasım 1983’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Halen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak varlığını devam ettirmektedir. Yunan lobisinin çalışmaları ve bizim dış politikadaki yetersiz çalışmalarımızın da etkileriyle BM Güvenlik Konseyi, KKTC’yi ayrılıkçı hareket olarak tanımlamıştır. Halen dahi bu statü devam etmekle birlikte, rahmetli Rauf Denktaş Bey’in gayretleriyle varlığını de facto devam ettirmekte ve İslam dünyasında varlığı kabul edilmektedir.
Kıbrıs’ın sosyal-demografik ve coğrafi özelliklerine bakıldığında dikkat çekici sonuçlar görülmektedir. KKTC’nin yüzölçümü 3.355 km2’dir. Amasya’nın 5.701 km², Samsun’un ise 9,083 km²lik bir yüz ölçüme sahip olduğu düşünülürse, KKTC toprağı, Samsun’un yaklaşık 1/3’ü büyüklüğündedir; Amasya’nın ise yarısından biraz daha fazladır. Tüm illerimizle karşılaştırıldığında Bartın, Kilis, Osmaniye ve Yalova dışında tüm il merkezlerimizden daha küçük bir yüz ölçümüne sahiptir.
Tüm Kıbrıs’ın yüzölçümü 9.251 km2 olup Türkiye’deki 32 vilayetten daha küçük yüz ölçümüne sahiptir. Toprakların % 40’ı tarıma uygundur; bu toprakların da ancak % 20’si sulanabilmektedir.
Nüfusu, 2011’de 294.906 kişidir. 2012 yılı itibarıyla 300.000 kişiden bahsedilmektedir. Bunların yaklaşık 70.000’i Kıbrıs Türkleri, 230.000’i Türkiye’den gelen göçmenlerdir. Nüfus açısından incelendiğinde, 59 ilimizden daha az nüfusa sahiptir. Özellikle turizm mevsiminde adaya gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla nüfus 700.000’e kadar çıkmaktadır. Tüm Dünya’daki Kıbrıs Türklerinin sayısı ise, -çoğunluğu Türkiye, İngiltere ve Avustralya’da olmak üzere- yaklaşık 500.000’dir
KKTC’de, kişi başına düşen milli gelir 2008 yılı için 16.158, 2010 yılı için 14.703 dolardır.
KKTC’nin ithalatı 2008 yılında 1.6 milyar Dolar, 2009 yılında ise 1,3 milyar dolardır. İhracatı 83,6 ve 71 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Buna göre 2008 ve 2009 yılları için KKTC’nin dış ticaret açığı 1.5 ve 1.2 milyar dolardır.
KKTC’nin dış ticaretinde en önemli paya sahip ülke Türkiye’dir. Ekonomisi de ağırlıklı olarak Türkiye’den yapılan yardımlara bağlıdır. Bu sonuçta, devlet olarak tanınmaması, ticari ilişkiler kuramaması; uluslararası platformda Güney Kıbrıs Rum Devleti’nin tüm Kıbrıs’ı temsil ediyor kabul edilmesi ve Türkiye’nin dış politikadaki başarısızlığının sonucudur.
Nüfus ve coğrafi boyut itibarıyla büyük sayılamayacak bu toprağın, tarih boyunca ve günümüzdeki önemini anlayabilmek için, Dünya’nın genelindeki jeopolitik özelliklere ve öncelikle Avrasya dinamiklerinin dikkatle incelenmesi gerekir.
Fransız düşünürü Charles Fourier’in (1772-1837), “Medeniyet iki sütun üzerinde yükselir: süngü ve açlık.” özdeyişi, tarihten günümüze, emperyal devlet olmanın vaz geçilmez kuralı olmuştur. Stratejistlerin, devlet ve milletlerin gücünü belirlemek için değişik formüller üretmelerine karşılık; “büyük devlet” (bölgesel-kıtasal veya küresel güç) olmanın iki vazgeçilmez kuralı: güçlü ekonomi ve etkili askerî güçtür.
Güçlü ekonomi, üretim (bilgi-teknoloji- enerji-doğal kaynak) ve ticaretten beslenir. Geçmişten günümüze ticaret, zenginliğin esas yolu olarak kabul edilmiştir. Geçmişte kara yolu ile yapılan ticaret son 500 yıldır deniz yoluna ağırlık vermiştir. 16. yy’dan itibaren denizcilikte yaşanan gelişmeler, ticaretin ağırlık kazanmasına yol açmıştır. O döneme kadar ipek ve baharat yolları ile Asya-Avrupa arasındaki ticareti sağlayan devletler, Doğu Akdeniz’e getirdikleri malların önemli bir kısmını deniz yoluyla Güney Avrupa’ya nakletmişlerdir. Anadolu ve Doğu Akdeniz, Doğu ile Batının buluşma yeri olmuş; bu nedenle de uzun müddet ilgi odağı olmuştur. Özellikle 17. yy’dan sonra sanayi devriminin denizciliğe getirdiği gelişmeler, deniz taşımacılığının ön plana çıkmasına ve kara nakilciliğinin çok önüne geçmesine yol açmıştır.
Tüm dünyada, kara- demir ve hava nakliyeciliğinde yaşanan tüm yeniliklere rağmen, deniz taşımacılığı, % 70 oranı ile ilk sıradaki yerini korumaktadır. Deniz taşımacılığının, hava taşımacılığına göre 14, kara taşımacılığına göre 7, demiryolu taşımacılığına göre 3 kat daha ucuz olması bu tercihin temel sebebidir. Petrol ve/veya gaz boru hatları ile yapılan taşımacılık, deniz taşımacılıkla rekabet edebilecek potansiyelde olmasına karşılık, diğer ürünlerin taşımacılığındaki etkisizliği nedeniyle, deniz taşımacılığına tam bir rakip olamamıştır.
Doğu Karadeniz, üç kıtanın ve kara-deniz ticaret yollarının birleşme yeridir. 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra, Hint Denizi ve Büyük Okyanusa ulaşmakta en avantajlı bölgedir.
Kıbrıs’ın coğrafi konumu, Doğu Akdeniz’de stratejik bir üs özelliği taşımaktadır. Diğer Ege ve Akdeniz adalarının hiç birisi Kıbrıs kadar üç kıtaya yakın ve deniz yollarının tamamına hâkim pozisyonda değildir. Bu özelliğidir ki, tarih boyunca Kıbrıs’ı tüm egemen devletlerin hedefi haline getirmiştir. Günümüzde, İngiltere’nin, ABD’nin, Rusya’nın, AB’nin, Yunanistan’ın bölgedeki politikaları hâkimiyetlerini amaçlamakta; en azından yalnız başına tek bir bölgesel veya küresel gücün söz sahibi olmasını engellemeyi amaçlamaktadır. Adı geçen ülkeler, Kıbrıs’ı, Spykman’ın tabiri ile “rimland”[1] olarak kabul etmekte ve başkasının etkisine bırakmamayı amaçlamaktadır. Bu ülkeler için Kıbrıs, “vatan toprağı” değildir. “heartland”ın[2] menfaatleri için gerektiğinde vazgeçilebilinecek bölgedir.
Türkiye için Kıbrıs “rimland” değil, “heartland” in bir parçasıdır. Anadolu’nun Doğu Akdeniz’deki parçasıdır. Daha açıkçası, ne KKTC’yi tartışmamız ne de topraklarının sorgulanmasına tahammülümüzün olmaması gerekir. Kıbrıs’a yapılacak her hareket, Türkiye’nin can evine vurulmuş damga olur. Vazgeçmenin devamı, Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki hakimiyetimizin tartışılması olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, zamanın ulusal ve uluslararası şartlarına bağlı olarak, Osmanlı’ya “redd-i miras” sayılabilecek söylemler ve reformlar yapıldığı doğrudur. Buna rağmen Atatürk, Osmanlı’dan gelen kurumları millileştirerek devam ettirirken; etki sahalarına sahip çıkmaya devam etmiştir. TSK’nın kuruluşunun Oğuz Han dönemine bağlanması, İtfaiye’nin, Jandarmanın, Tıp-Fen eğitimlerinin 19. yy’a başladığının kabul edilmesi, Orta Asya, Gagauzya, Afganistan, İran, Irak’a gönderilen militer ve/veya paramiliter kadroların açıklaması da budur.
1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra, aktif dış politikadan uzaklaşan, pısırık-ürkek politikacıların uygulamaları, Kıbrıs’ı önce tamamen dışlamıştır. 1950’ye kadar zaman zaman dillendirilen “Bizim Kıbrıs diye sorunumuz yoktur”[3] görüşü; Atatürk’ün kurmaya çalıştığı çağdaş-bölgesel-kıtasal devlet idealinden uzaklaşmamızın göstergesidir. İngiltere’ye yakın siyaset anlayışında olan İnönü’ye ve O’nun çocuklarına empoze edilen görüşlerle, Kıbrıs “rimland”olarak değerlendirilmeye başlanılmıştır. Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inme politikası gereği olarak, Kıbrıs’ta Rumlara yakın politikalara girmeleri, ABD ve NATO’nun Türkiye’nin Kıbrıs politikalarına yeşil ışık yakmalarına yol açmıştır. Ancak bu yaklaşım, adada gerginliğe toleransla yaklaşırken, Türkiye’nin Kıbrıs’a hakim olması fikrine karşı çıkmışlardır. 1963 ve 1967 yıllarında yaşanan gerilimlerdeki Johnson mektubu ve çıkartma gücünün yetersizliği konuları bu açıdan anlam taşımaktadır.
Öte yandan, Atatürk döneminde aktif ve dinamik bir güç olan silahlı kuvvetlerimiz, 1970’li yıllara geldiğimizde, Anadolu’ya 65 km mesafedeki Kıbrıs’a çıkarma yapamaz durumdadır. 1967’de çıkarma gemilerimiz olmadığı için Kıbrıs’a çıkamayan ordumuz, ancak 1974’te bu eksikliğin giderilmesinden sonra adaya çıkabilmiştir. 2000’li yıllara geldiğimizde, yakıt-menzil sorunu nedeniyle uçaklarımız Bosna’da hava harekatını istediğimiz düzeyde yapamamışlardır. Bu sorun da, daha sonra tanker uçakların alımıyla çözümlenmiştir.
Tüm bunlara karşı temelde olan sorun hala görmezden gelinmektedir. Bölgesel-kıtasal veya küresel güç olma iddiasındaki devletlerin ordularının karakteristiği, sınırları korumak değil; sınır ötesinde devlet-milletin haklarını koruması, gerekli müdahaleyi yapabilmesidir.
Maalesef TSK, sınırlarını korumaya çalışan bir ordu durumuna sokulmuştur. Dahası son 10 yılda yaşanan olaylardan sonra, siyasi erk karşısında kendisini koruyamaz duruma düşürülmüştür.
Böyle bir askeri güçle, bırakın küresel veya kıtasal güç olmayı, bölgesel güç olmak bile mümkün değildir. Olsa olsa, birilerinin jandarması olunur.
Buraya kadar Kıbrıs olayının tarihi ve askeri boyutlarını kısaca özetlemeye çalıştık. KKTC’nin güncel sosyal-siyasî ve idarî sorunlarına gelecek yazımızda değineceğiz.
Devam edeceğiz…………
[1] Çevre bölge. Gerektiğinde mücadele ve hatta savaşın yapılacağı, asla düşman hakimiyetine-kontrolüne terk edilmemesi gereken bölge
[2] Ülkenin-devletin esas toprağı. Anavatan.
[3] CHP’li Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak, 23 Ocak 1950 tarihinde T.B.M.M.’nde yaptığı konuşmada, “Kıbrıs meselesi diye bir mesele olmadığını…” söylemiştir.
DP’nin, Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Fuad Köprülü de, 20 Haziran 1950 tarihinde, “Kıbrıs meselesi diye şimdilik bir mesele bizim ittilamızda değildir. Çünkü. Yunan Hükümeti de resmen Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır. Binaenaleyh Hariciyemiz de böyle bir hadisenin mevcudiyetinden resmen haberdar değildir.” demiştir.
Hocam engin tecrübelerinizle bizleri aydınlatmaya devam ediyorsunuz. Ağzınıza sağlık.