Devletler ve askeri güç

Askerî Güç

Ordular, tabiatları itibarıyla saldırgandırlar. Savunma için ordu beslenilmez. Kaldı ki en iyi savunma hücumdur. Savunma amaçlı ordu, savaşı kendi topraklarında kabul eden ve ülkesinin tahrip olmasını, insanlarının ölmesini baştan kabul etmiş demektir ki, bu da silahlı kuvvetlerin varlık sebebine aykırıdır. Çağın gereği olan ekonomik-siyasî-askerî savaşa müdahil olamayan-ayak uyduramayan ordular, dışarıya karşı güçlerini kaybederek, içe dönük-statik unsurlar haline gelirler. Ordular da bu kuralın dışında değildirler.

Ancak demokrasinin tüm kurulları ile tam olarak yerleşmediği toplumlarda, siyasi idarenin emrindeki ordu pasifize olmak durumundadır. Öte yandan silahlı kuvvetlerden yetişen kadrolar, bürokraside ve  devlet hayatında her zaman  etken olmuşlardır.

İlk (Yazının bulunması MÖ 3000-Kavimler Göçü MS 375) ve orta çağlarda (Kavimler Göçü MS 375- İstanbul’un Fethi MS 1453), ağırlıklı olarak kara kuvvetlerine dayanan savunma, Yeniçağ’da  (Istanbul’un Fethi 1453 – Fransız İhtilali 1789) iki gelişmeye bağlı olarak kara-deniz kuvvetlerinin beraberce etken olmaları ile şekillenmiştir. Bu faktörler, barutun ve deniz yollarının keşfidir.

Yakın çağ (Fransız İhtilali 1789 – )ise büyük askerî buluşların ve kitle imha silahlarının yanında, 20. yy’ın başından itibaren havacılığın askerî amaçla kullanılmasıyla sonuçlanmıştır. II. Dünya Savaşı öncesinde havacılığın deniz kuvvetleriyle birlikte uygulanması (uçak gemileri) kıtalar ötesi savaşların boyutlarını değiştirmiştir. Günümüze değin yaşanan gelişmelerle, uzay savaşı, teknolojik savaş, siber savaş ve insansız savaş boyutlarına ulaşmıştır. Gelecekte savaşlar  teknolojik, ekonomik ve siyasi sahalarda yapılacaktır. Tüm bunlara rağmen silahlı kuvvetler, en son ve kesin çözüm sağlayan faktör olarak kalmaya devam edecektir.

Günümüzde devletlerarası silahlı mücadele başlıca, nizamî harp ve gayri nizamî harp olarak iki başlık altında toplanmaktadır. Nizamî harp, silahlı askerî birliklerin düzenli ordularla yürüttükleri mücadeledir. Gayri nizamî harp ise özel kuvvetler veya sivil milis örgütleri tarafından gerçekleştirilen savaş türüdür. Bu özellikleriyle nizamî harp güçlü devletlerin tercihi olurken, gayri nizamî harp, zemine ve zamana yayılan ayaklanma hareketleri ve/veya bunlara karşı yürütülen mücadele şeklinde görülmektedir. Terörizm de gayri nizami harbin etiği olmayan şekli olarak kabul edilebilir. Kaldı ki terörizmin legal gayri nizami harp ve istihbarat birimleriyle ilişkisi de tartışılmaya değer bir konudur.

Günümüzde küresel ve kıtasal devletlerin askerî güçleri, savunma stratejilerini başlıca dört temel üzerinde oluşturmaktadır.

  1. Silahlı mücadele küresel veya kıtasal güçlerin toprakları üzerinde istenmemektedir.
  2. Bölgesel dengeleme politikaları ile gelişme potansiyeli olan devletlerin önü kesilmekte ve birbirleriyle uğraşmak zorunda bırakılmaktadırlar.
  3. Savunma stratejileri, “tehdit merkezli önlemeden (prevantive strike)”, “olanak-olasılık merkezli önalmaya (pre-emptive strike)” dönüşmüştür. Bu amaçla tehdit gelişmesi ihtimali bulunan bölgelere müdahale söz konusu olmaktadır.
  4. Teknolojik savaş bilgileri, uzay’ın silahlandırılması, deniz gücünde nükleer enerjinin ve savaş gemilerinin kullanılması küresel veya kıtasal güçlerin kontrolünde tutulmaya çalışılmaktadır.

Güncel nizamî harbin özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Kara gücü: Konvansiyonel silahlardaki ve elektronik haberleşme-yönetimdeki muazzam teknolojik gelişmeye rağmen, hava ve deniz güçlerinin gerisinde kalmıştır. Hava-deniz kuvvetlerinin yıpratma harekatlarından sonra (saldıran gücün 3-1 oranında asker ve silah üstünlüğü sağlamasından sonra) devreye girmektedir. Ancak süper güçlerin 20. yy’ın ikinci yarısından itibaren gerçekleştirdikleri kara harekâtlarında, -uzun sürede- başarısız olmaları sebebiyle kısa süreli harekâtlarda kullanılmaktadırlar. Afganistan, Vietnam, Körfez savaşları bunlara örnektir. Nitekim söz konusu savaşların tamamında, süper güçler geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan süper güçlerin kara harekâtlarında verilen kayıpların kendi ülkelerinde tepkiyle karşılanması, önemli bir vazgeçirici faktör olmuştur. Nitekim, ABD ve AB üyesi ülkeler katledilen yüzbinlerce Afganlı, Vietnamlı, Iraklı için kıllarını kıpırdatmazken, kendi vatandaşlarından her kayıp için kendi hükümetlerine yoğun eleştiriler yöneltmektedir.

Deniz gücü: Yeniçağda yaşanan Rönesans hareketi ve önce yelkenli gemilerle başlayan, sonra buharlı gemilerle gelişen denizcilik, askerî sahaya da intikal ederek ticaretin gelişmesinde büyük rol oynamıştır. 20. yy’ın başından itibaren gelişen denizaltıcılık, uçak gemileri ve nükleer enerjinin deniz araçlarında kullanılması, küresel güçlerin, okyanus aşırı bölgelerde yüzer üsler vasıtasıyla tüm dünyada hâkimiyetine büyük katkılar sağlamıştır.

20. yüzyılın ortalarına kadar, kıtasal-karasal iç bölgelerde deniz gücünün etkinliği fazla olmamıştır. Kazım Karabekir Paşa’nın Kurtuluş Savaşı sürecinde kendisini donanmalarıyla tehdit etmeye kalkışan İngiliz irtibat subayına verdiği, “Zırhlılarınız Palandöken’i aşabilir mi?”[1] cevap-sorusu, o günlerde ne kadar gerçekse; Uçak gemileri-havadan yakıt nakli yapan tanker uçakları, uzaydan hedeflenen bölgeleri vuran teknolojisiyle, bu günler için o derecede anlamsız kalmıştır. Lojistik ve ateş gücü açılarından, deniz gücünün desteklemediği deniz aşırı bölgedeki kara savaşları kaybedilmeye mahkumdur. Günümüzde ise, nükleer uçak gemileri ve diğer deniz araçları vasıtasıyla bu durum değişmeye başlamıştır.

Günümüzde süper uçak gemileri denizlerde hâkimiyetini sürdürmektedir. Başı çeken ABD ile birlikte toplam 10 ülke bugün çeşitli boyutlarda uçak gemilerine sahiptir. İngiltere, Fransa, Hindistan, Rusya, İspanya, Brezilya, İtalya, Tayland ve Çin uçak gemisine sahip olan ülkelerdir. Ayrıca, Japonya da uçak gemisi yapımıyla ilgilenmektedir.

Uçak gemileri, ana vatandan uzak bölgelerde yapılacak savaşlarda esas güçtür. Günümüzde Dünya’daki toplam operasyonel uçak gemilerinin sayısı 22’dir. Bunların 11’i ABD’e aittir. İngiltere, Fransa, Hindistan, Rusya, İspanya, Brezilya, İtalya ve Tayland uçak gemisine sahip olan diğer ülkelerdir. Çin Rusya’dan satın aldığı “Varyag” yüzer kütlesini uçak gemisi haline çevirmiştir.

Hava gücü: Günümüz savunma teknolojilerinde en önemli unsuru oluşturmaktadır. Uçak gemisinden kalkan uçaklarla ve havada yakıt ikmaline imkân veren tanker uçaklarla uzun menzilli harekâtlar gerçekleştirilebilmektedir. Teknolojinin sağladığı siber-uzay istihbaratı ve insansız hava araçları vasıtasıyla hava savaşlar masa başından yönetilir olmuştur. Yönetim ofisinden binlerce kilometre uzaktaki hedefler, insansız hava-uzay araçları vasıtasıyla tespit edilebilmekte ve insansız uçaklarla vurulabilmektedir.

Uzay savaşları: Uzayın silahsızlandırılması uzun zamandır gündemde olmasına rağmen, haberleşme maskeli istihbarat uyduları, mevcut uzay silahlarıyla vurulması mümkündür.

Devletlerin askerî güçlerinin göstergeleri, asker sayısı, askerî araç sayısı, askerî teknolojiye sahipliği, silahlı kuvvetlerinin “rimland” veya uzak bölgelerde harekât yapabilme kapasiteleri ve savunma bütçesinin miktarıdır

GSYİH’larda askeri harcamaların oranı, Çin’de % 2, Hindistan’da % 3, Japonya’da % 1’dir.

Türkiye’de 2012 bütçesinin % 11.1’i savunma ve güvenliğe tahsis edilmiştir. MSB’nin bütçesi, % 5,8’dir.  Bu oranın GSYH içerisindeki payı yüzde 1,3’tür. Çin yıllık 60 milyar dolar civarında askerî harcama yapmaktadır. Hindistan ve Pakistan, 1998 yılında nükleer silâhlarla denemeler yapmıstır.

TSK, 720.000 askeri ile NATO’nun, ABD’den sonra ikinci en kalabalık gücüdür. Tüm dünya’da ise, Çin, ABD, Hindistan, Kuzey Kore ve Rusya’dan sonra altıncı. sıradadır. 2011 yılı savunma bütçesi itibarıyla Türkiye dünya’da 15. sıradadır. On yedinci, Orta Doğu’da Suudî Arabistan’dan sonra ikinci sıradadır.

Yakın bölge olarak Türkiye’nin çatışma ihtimali bulunan ülkeleri Yunanistan, Suriye ve Irak olarak sıralamak mümkündür. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda İsrail ve Arap ülkelerini, ABD, Rusya ve Çin sırasıyla olaya dâhil olacaklardır. Yakın gelecekte bu çatışmaların olması uzak ihtimaldir; ancak Türkiye güçlendiği ve yükseldiği oranda bu ihtimal artacaktır.

Türkiye’de teknolojik  ve askerî kapasite

TSK 1990’lara kadar, hantal, büyük ve korumacı özellikte idi. Ki bu durum, orduların genel tabiatına uymuyordu. 2000 yılına gelindiğinde 609.700 olan aktif görevdeki askerlerin 495.000’i kara kuvvetlerinde idi ve bunların 462.000’i zorunlu askerlik görevi yapanlardan oluşuyordu.

Türkiye Almanya’dan 1964-1992 arsında 6.2 milyar dolarlık askeri yardım aldı. Bu dönemde dış ticaretin % 20’si Almanya ile oluyordu. 1991’e gelindiğinde Almanya üç kez silah ambargosu uyguladı. Bunlar 1991’de Kuzey Irak’a hava saldırısı, 1994’te Güneydoğu’daki askeri harekat ve 1995’teki Kuzey Irak harekatından sonradır.[2]

Türkiye’de NATO envanterindekiler dışında kitle imha silahları bulunmamaktadır.

Türkiye 1980’de “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşmasını” imzalamıştır. Bu antlaşma “Uluslararası Atom Enerjisi Ajansına” denetleme hakkı vermektedir.

Türkiye, NATO’nun, Avrupa’daki en kalabalık ordusuna sahiptir. Bununla beraber, küresel güç olma açısından ciddî eksiklikleri bulunmaktadır.

Öncelikle modern silahlı kuvvetler ve savaş stratejisi, askerî teknoloji, uzaya hâkimiyet, insansız makinelerle yapılan savaşlar ve uzaktan kumandayı kapsamaktadır.

Bu açılardan bakıldığında geçmiş dönemlerde ülke güvenliği açısından ciddî hataların yapıldığı açıktır.

Öte yandan, Atatürk döneminde aktif ve dinamik bir güç olan silahlı kuvvetlerimiz, 1970’li yıllara geldiğimizde, Anadolu’ya 65 km mesafedeki Kıbrıs’a çıkarma yapamaz durumdadır. 1964 ve 1967’de çıkarma gemilerimiz olmadığı için Kıbrıs’a çıkamayan ordumuz, ancak 1974’te bu eksikliğin giderilmesinden sonra adaya çıkabilmiştir. 2000’li yıllara geldiğimizde, yakıt-menzil sorunu nedeniyle uçaklarımız Bosna’da hava harekâtını istediğimiz düzeyde yapamamışlardır. Bu sorun da, daha sonra tanker uçakların alımıyla çözümlenmiştir.[3]

Tüm bunlara karşı temelde olan sorun hala görmezden gelinmektedir. Bölgesel-kıtasal veya küresel güç olma iddiasındaki devletlerin ordularının karakteristiği, sınırları korumak değil; sınır ötesinde devlet-milletin haklarını koruması, gerekli müdahaleyi yapabilmesidir.

Maalesef TSK, sınırlarını korumaya çalışan bir ordu durumuna sokulmuştur. Dahası son 10 yılda yaşanan olaylardan sonra, siyasi erk karşısında kendisini koruyamaz duruma düşürülmüştür.

ABD’nin Türkiye’ye yaptığı askeri yardım 1991’de 500 milyon dolar iken, 1997’de 175 milyon dolara düşmüştür. Türkiye’deki ABD varlığı, 1960’larda 20 tesis, 20.000 personelden ibaretken, 1997’de 6 tesis ve 8.000 personele düşmüştür.

Soğuk savaş sonrası, önemini kaybeden TSK, NATO ve ABD planları için engel olarak görülmeye başlanılmıştır. Abramowitz bu durumu, “Silahlı kuvvetler ülkenin temel siyasal meselelerinde belirleyici kurum olma özelliğini sürdürmektedir ve bu durum ifade özgürlüğünü, sivil kurumların ve demokrasinin gelişmesini kısıtlar.”[4] sözleriyle anlatmaktadır. Gerçekte ise, değişen dünyada güçlü TSK’e gerek kalmadığı gibi, yeni Orta Doğu planlarındaki Türkiye’de millî reflekslere sahip dinamik güçler istenmemiştir. Bu amaçla TSK’da tasfiyeler öngörülmüştür.

Böyle bir askeri güçle, bırakın küresel veya kıtasal güç olmayı, bölgesel güç olmak bile mümkün değildir. Olsa olsa, birilerinin jandarması olunur.

TSK devlet stratejisi olarak komşıu ve kardeş ülkelerin ordularına eğitim desteği verirken ciddî bir iş başarmıştır. Ancak, sınır dışı operasyon yapabilme noktasında yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğal olarak, son 30 yılda yaşanan bölgesel ayrılıkçı terör olayları için yapılan sınır ötesi operasyonlar, ileri sürülebilir. Ancak bu operasyonların kalıcı ve kesin sonuç almaya yönelik olmadıkları ortadadır. Yapılan tüm operasyonlara ve harcanan milyarlarca dolara rağmen, meselenin halledilememiş olması, başarısızlığın kanıtıdır. Buna rağmen, terörle mücadele ve gayrı nizamî harb açılarından dünyanın en deneyimli ordularından birine sahip olduğumuz gerçektir.

Ülke olarak, yeterli teknolojiye sahip olduğumuzu söylemek güçtür. Dahası teknolojik atılımları sağlayacak kadrolara yeterince sahip çıoktığımızı da söylemek mümkün değildir. Çok değil: 30 yıl önce başlayan “kendi uçağını imal” kampanyası kapsamında başlanan uçak imalatında, yeterli hassasiyetin gösterilmediği ve Hava Kuvvetlerine katılan uçaklarımızın için modernizasyonu İsrail’e para vermemiz gerektiği hatırlardadır. Bu çerçevede Amerikan lisansı ile imal ettiğimiz savaş uçaklarımızda “gece uçuş sisteminin” bulunmadığının anlaşılması dönüm noktası olmuştur.

İnsansız hava araçları, batıda savaş unsuru olarak kullanılırken, bizde istihbarat amaçlı olarak  ancak 2010 yılında kullanılmaya başlamıştır. Vurucu güç olarak, insansız hava araçlarına sahip olmaktan henüz çok uzak bulunmaktayız.

Nükleer silahlar, günümüzde caydırıcı bir unsur olarak değer kazanmıştır. Dahası “güç” ün göstergesidir. Dünya’da, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin nükleer silaha sahiptirler. Türkiye’de ise, NATO planlarına bağlı olarak Almanya, İtalya, Belçika ve Hollanda’da nükleer silah bulunmaktadır. (Bizde bulunan, sahip olmadığımız silahlar) Orta Doğu’da, İsrail ve İran’ın nükleer silah programına sahip olduğu bilinmektedir.

Deniz gücümüz, savunma amaçlıdır. Deniz veya okyanus aşırı operayos yapma kapasitesi sınırlıdır. 1963 ve 1967’de yaşanan Kıbrıs krizlerinde çıkarma gemilerimizin olmaması sebebiyle müdahale edemeyişimiz hatırlardadır. Şüphesiz o günden bu yana deniz gücümüzde gelişmeler yaşanmıştır. Ancak, hala uzak denizlerde operasyon yapma potansiyelimize sahip olduğumuzu iddia etmek güçtür.

Okyanus ötesi operasyon kabiliyeti uçak gemisine bağlıdır. Uçak gemisi olmayan ülkeler uzak denizlerdeki operasyonlarında, gerekli desteği sağlamaktan uzaktır. Türkiye’nin halen uçak gemisi programı yoktur.

Uzay savaşları ile ilgili olarak gücümüz sıfır düzeyindedir. Uzaydaki tüm varlığımız haberleşme uydularından ibarettir. Ancak bu uyduların da askerî istihbarat amacı ile kullanılabileceği şüphelidir.

Silahlı Kuvvetlerimizin, modernizasyonu için önümüzdeki 30 yıl içinde 150 milyar dolara ihtiyaç vardır. Ancak bu miktarın, ancak çağı yakalamaya yeteceği, sıçrama için çok daha fazlasının gerekeceği unutulmamalıdır.

Bahsedilen tüm bu olumsuz şartlara rağmen, bir başka gerçeği de unutmamak gerekir. Modern savaş teknolojileri, muharebeyi veya savaşı kazanmayı sağlayabilir. Değişen  ve gelişen gayrınizami harb ve terör teknikleri, en modern orduları bile yıpratabilmektedir. Kore, Vietnam, Afganistan, Irak savaşları buna örnektir. ABD tüm gücüne rağmen, Irak’ta, Vietnam’da başarısız olmuştur. Bin ladin’in bir avuç fedaisi, süper güç ABD düşüncesini sarsmış; köklü stratejik değişikliklere yol açmıştır.

Yakın bölge olarak Türkiye’nin çatışma ihtimali bulunan ülkeleri Yunanistan, Suriye ve Irak olarak sıralamak mümkündür. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda İsrail ve Arap ülkelerini, ABD, Rusya ve Çin sırasıyla olaya dâhil olacaklardır. Yakın gelecekte bu çatışmaların olması uzak ihtimaldir; ancak Türkiye güçlendiği ve yükseldiği oranda bu ihtimal artacaktır.

 


[1] Muzaffer Özdağ. Türkiye ve Türk Dünyası Jeopolitiği. Avrasya –Bir Vakfı Yayınları. Ankara, 2003. S 16.

[2] Philip Robins. Takım Elbiseliler ve Üniformalılar. Arkadaş Yayınları. Ankara 2003. S 185-186.

[3] Ahmet Davutoğlu. Stratejik Derinlik. 75. baskı Küre Yayınları İstanbul 2012. S 42.

[4] Morton Abramowitz. Amerika’nın Türkiye Politikasının Belirlenmesi Sürecinde Karşılaşılan Güçlükler.   “Türkiye’nin Dönüşümü ve Amerikan Politikası.” Kitabında  Ed. . Morton Abramowitz  6. bölüm. Liberte Yayınları. Ankara 2001. S 251.

Sosyal olun, Paylaşın!
Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir