Yazımıza başlarken, hemen belirtelim ki, Çerkezlerin Turanî bir soydan geldiklerine inanmaktayız. Kafkas kökenli veya Çerkez olarak adlandırılan Dağıstanlılar, Karaçaylar veya Kumuklar gibi grupların Türk, diğerleri akraba topluluklardır.
Öte yandan, tüm yaşamımız süresince Çerkez kökenli dost ve arkadaşları ile ortak idealler noktasında gayret sarf etmişizdir. Bayrak ve vatan sevgisi noktasında farklılıklarımız yoktur.
Son 25 yılda değişen ve dışarıdan bizlere dikte ettirilmeye çalışılan Batı kaynaklı politikalar sonucu, önce insan hakları, sonra demokratik açılım başlıkları altında azınlık şuuru yaratılmaya çalışılmaktadır. Maalesef bu çalışmalarda Çerkez kardeşlerimiz de hedef alınmıştır.
Öncelikle Çerkezce diye bir ayrı dil yaratılmaya çalışılmaktadır. Kafkasya’da Çerkezce diye bir dil yoktur. Değişik kabile ve kültürlerin dilleri bulunmaktadır. Genel olarak ta bu dilleri kullananlar birbirlerinin dilini anlamamaktadır. Kafkas kökenli bir öğretim üyesi dostumuz, Kafkasya ile ilgili olarak şu yorumu yapmıştır. “Dil bilenlerin birçoğu farklı diller konuşur. Örneğin Çeçenler, Abazalar, Dağıstanlılar, Osetyalılar, Kabataylar, Abhazlar, Ubıhlar farklı diller de konuşurlar. Çoğu da birbirlerini anlamazlar… Çerkezce diye tek bir dil mevcut değil. Yukarıda belirttiğim grupların her birinin ayrı bir dili var. Ayrıntı bilinmediğinden, yada Karaçay-Çerkez bölgesinden gelenlerden etkilenerek yanlışlıkla Kuzey Kafkasyalıların konuştuğu dillerin tümüne birden Çerkezce denmektedir.”
Çerkezce’yi ayrı bir dil olarak vurgulayanlar dahi aynı gerçeği kabul ediyorlar: “Çerkezce dünya dilleri arasında ayrı bir aile sayılan Kafkas dilleri içinde yer alır; akraba dilleri Abazaca ve Ubıhça ile birlikte Kuzeybatı Kafkas grubunu oluşturur. Bu üç dilin yaklaşık 3000 yıl önce tek bir Kuzeybatı Kafkas dilinden ayrıldığı kabul edilir. Dil yapıları ve mantığı çok benzer olmasına, ortak kökenli çok sayıda sözcüğü paylaşmalarına rağmen, karşılıklı anlaşılır diller değil bunlar.”[1]
Keza Kafkasya’da Azerbaycan Türkçesi ve Gürcüce, Kafkasya’da Çerkez lehçelerinden daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Tüm bu diller ve lehçeleri, göçlerle Anadolu’ya taşınmış olup, az veya çok insanlarımız tarafından kullanılmaktadır. Azerbaycan Türkçesi ve Gürcüce hariç diğerleri genel bir isim olarak Çerkezce olarak anılmaktadırlar.
Kullanım oranlarına gelince: Türkiye’de, anadilini Çerkezce olarak bildirenlerin oranı % 0.5’in, Gürcüce ise % 0.1’in altındadır.
Vurgulamalıyız ki: bunlar bizim kültürel zenginliklerimizdir.
Ancak…
Dil, millet oluşumunun en önemli ögelerinden biridir. Dili olmayan millet olamaz. Binlerce yılı bulan sürede ve çok dar bir alanda birlikte yaşamalarına karşılık, birbirini anlamayan lehçelerin (dillerin) birleştirilerek tek dil oluşturulması suni millet yaratma gayretinden başka bir şey değildir.
Çerkez dili konusunda endişelerimiz vardır. Şüphesiz Kuzey Kafkas lehçeleri ile Kırmanço lehçesini, Çerkezler ile Kürtçüleri aynı kategoriye koymak haksızlık olacaktır.
Öte yandan, 200 yılı aşan birlikteliğimizde, hiçbir sorun yaşamadığımız, bayrağa ve vatana ortaklaşa sahip çıktığımız Çerkez kardeşlerimiz, birliğimize kasteden odaklar tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır.
Bu çalışmalar 1850’lere kadar uzanmaktadır.
Saray’daki ve Kapıkullarındaki varlıklarını hariç tutarsak, Osmanlı’daki ilk Çerkez yapılanması, 1841’de kurulan ve göç eden Kafkas halklarına yardım amaçlayan komitedir. 1859 yılında yaşanan Kılıç Ali Paşa Camii darbe teşebbüsünde, tarihimizde ilk defa Çerkez asıllı vatandaşlarımız devlete karşı kullanılmak istenmiştir. Ancak bu olay, ayrılıkçı bir hareket olmayıp; iktidar peşinde koşan kişilerin istismarıdır.
1859-1879 yılları arasında, büyük çoğunluğu Çerkez olmak üzere 2 milyon Müslüman halkın Rusya’yı terk etmiştir. Bunun beş yüz bininin, hedefine ulaşamadığı ve telef olduğu iddia edilmektedir. Yalnız burada küçük bir hususa dikkat etmek gerekmektedir. Osmanlı’ya Kuzey-doğudan gelen göç dalgasının sadece Çerkezler’den ibaret olmadığı ve Kırım Savaşı’nın, Türkiye’ye, “Nogay” adıyla da bilinen ve Rusyalılar’la bizlerin “Tatar” dediğimiz bir halkın, Azerilerin, Gürcülerin, Dağıstanlılar ve diğer Kafkas kabilelerinden de göç olduğu unutulmamalıdır. Öte yandan telaffuz edilen iki milyon rakamının da abartılı olduğunu düşünmekteyiz.
Osmanlı yönetimi göçenlerin hiçbir zaman bir yerde toplanmalarına izin vermemiş; belli bir iskân politikasıyla değişik yerlere yerleşmiştir. Bu yerleştirmelere bağlı olarak günümüzdeki Kafkas (Çerkez) kökenli vatandaşlarımız Ordu-Samsun-Amasya hattında bulunmaktadır. Bu hat daha sonra ikiye ayrılmaktadır. Bir kısmı İstanbul’a uzanan hatta Çorum-Kastamonu-Adapazarı-Bursa illerini kapsamakta iken; diğeri Sivas-Kayseri-Maraş üzerinden Lübnan ve Ürdün’e kadar uzanmaktadır.
Osmanlı Hanedanı Çerkez göçmenlere özel ilgi göstermiştir. Denilebilir ki, bu günkü Çerkezler varlığını Osmanlı desteğine borçludur.
Çerkezlere ilgi gösteren ve “özel alay” teşkili (Hamidiye alayları?) yönünde düşünceleri olan Abdulhamit Han, “Çerkez tarihi” yazma girişimleri üzerine, söz konusu kişileri sürgüne göndermiştir.[2]
II. Meşrutiyet döneminde (1908) diğer azınlıklarla beraber (Ermeni, Rum, Arap, Kürt, Rum dernekleri ile birlikte) “Çerkez İttihat ve Teavün Cemiyeti” kurulmuştur. Tüm bu dernekler görünüşte kültürel amaçlı olmakla birlikte, siyasi sahada da etken olmuşlardır.
“Çerkez İttihat ve Teavün Cemiyeti”, Adige lehçesi ile yayınlar yapmış, “Özel Çerkez Örnek Okulu”nu açmıştır. 1910-1912’de Muhacir komisyonları arasında Abaza-Çerkez Komitesi oluşturulur. Her iki teşkilata dayanan yapılanma ile 1914’te “Şimali Kafkasya Cemiyet-i Siyasiyye”sini gerçekleşmiştir.[3]
Son 150 yıldır, devletin her kademesinde yer alan ve yakın akrabalık ilişkileri yaşadığımız Çerkez kardeşlerimizle ilgili olarak, hâlâ yeterince konuşulmayan ve tartışılmayan iki konu bulunmaktadır. Bunlar, Çerkez Ethem ve Kuşçubaşı Eşref dosyalarıdır. Her ikisi de Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlıdırlar. Keza her ikisinin birden bulunduğu 150’likler olayıdır. Bu olaylar Batılı merkezlerin Çerkez kardeşlerimiz üzerinde oynamak istedikleri oyunu göstermesi açısından üzerinde durulmaya değerdir.
Çerkez Ethem millî mücadelenin başlangıcında Bolu-Adapazarı yörelerinde milis komutanı olup; büyük hizmetlerde bulunmuştur. Keza, yurt içinde başlayan isyanların bastırılmasında da önemli roller üstlenmiştir. Bu hizmetleri nedeniyle milli kahraman olarak kabul edilmektedir. Ancak kendisini Millet Meclisinin üstünde görmesi, Merkezi idare ile çatışmaya girmesi ve emrindeki milis kuvvetlerinin düzenli orduya katılmasına-dönüşmesine gösterdiği muhalefet nedeniyle milli saflardan uzaklaşmış ve çatışmalardan sonra 1921’de 64 adamıyla Yunanlılara sığınmıştır.
Kuşçubaşının Teşkilat-ı Mahsusa’nın ikinci başkanı, hatta kurucusu olduğu iddia edilmesine rağmen, bunun doğru olmadığı ispatlanmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa’da hizmetleri bulunmaktadır. Ancak, ortadaki bilgiler, yer yer Genelkurmay ve Millî Savunma Bakanlığı arşivleri ile çelişmektedir. Kesin olan, bir dönem Teşkilat-ı Mahsusa’da yararlı çalışmalar yaptığıdır.
Yunanlılar’la işbirliği sürecinde, Kuşçubaşı Eşref Çerkez Ethem ile birliktedir. 28 Ocak 1921 günü Susurluk’a bağlı Dereköy’de çekilen tarihi fotoğrafta Çerkez Ethem, Kuşçubaşı Eşref ve Yunan subay Christos Karassos aynı karede bulunmaktadır. Üstelik Genelkurmay istihbarat raporlarına göre Çerkez Ethem ve yanındakiler bu ayaklanmadan iki ay önce İngiliz ve Yunanlarla ilişkiye geçmiştir.
İzmir’e giden Çerkez Ethem ve Kuşçubaşı Eşref, kardeşlerinin de katkıları ile “Çerkez Kongresi”ni düzenlemişlerdir. Kongrenin amacı İngiliz himayesinde Yunan desteği ile Batı Anadolu’da “Çerkez Devleti” kurmaktır.
Kongre toplanır. Ancak devlet kurma işinde başarılı olamazlar. Yunanlılar’ın İzmir’den çıkarılması üzerine Çerkez Ethem, Kuşçubaşı Eşref ve kardeşleri Yunanlılar’la birlikte kaçıp Atina’ya giderler.
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin, ağabeyleri ve yakın adamlarıyla birlikte, Ethem Bey’in de gıyabında verdiği 9 Mayıs 1921 tarihli ve 573 sayılı karar ile “Müsellahan takibi hükümet cürmünü irtikap ederek”, düşman tarafına firarından dolayı idama mahkum oldu.
Lozan Anlaşmasından sonra düşmanla işbirliği yapan 150 kişi (çoğu yurtdışına kaçmıştır) vatandaşlıktan çıkarıldı. 150’liklerden 86’sı Kafkas kökenli olup, büyük kısmı, İzmir’de 1921’de Yunan kontrolünde gerçekleştirilen ve Batı Anadolu’da Çerkez devleti kurma çalışmalarına katılan kişilerdi.
Çerkes Ethem, Atina’dan ayrıldıktan sonra, önce Berlin’e sonra Kahire’ye gitti. Son yıllarını Ürdün ve Lübnan’da geçirdi.
Kuşçubaşı ise, Lozan sonrası, Ege adalarında (Midilli-Sisam) kaldı. Millî hükumete karşı ordu (Anadolu Osmanlı İhtilal Komitesi) oluşturmaya çalıştı ve milis savaşıyla meşgul oldu; Karakollara saldırdı. Beş yüz kişilik bir ordu ile sahil kesiminde silahlı mücadeleye kalkıştı. Hatta kardeşi Hacı Sami de böyle bir çatışma sırasında vurularak öldürüldü.
Kuşçubaşının ismi, Lozan da Türk delegesine ve 1927’de Atatürk’e yapılmak istenen İzmir suikastlarına karışmıştır. İstiklal mahkemesinde suikast suçundan gıyabında yargılanan Kuşçubaşı müebbed hapse mahkum edilmiştir.
28 Haziran 1938’de, yüzellilikler’in yurda girmelerini engelleyen kanun kaldırılsa da, Çerkez Ethem’in kardeşleri Tevfik ve Reşit Beyler’in ülkeye dönmesine karşılık; Çerkez Ethem ve Kuşçubaşı Eşref geri dönmemiştir. Çıkarılan af, “siyaset yasağı, emeklilik hakkının olmaması” gibi maddeler içermektedir. Ethem’in isteği ise, hakkındaki mahkeme kararlarının tümünden yok sayılmasıdır.
Kuşçubaşı Eşref’in geri dönmemesinde ise Atatürk’e 1927’de yapılmak istenen İzmir suikastı nedeniyle aldığı müebbed hapis cezasının olduğu iddia edilmiştir. Sonuçta, Çerkez Ethem 1948’de Amman’da ölmüştür. Kuşçubaşı ise ancak 1950’de Demokrat Parti yönetimi zamanında Türkiye’ye gelmiştir.[4]
Batı kaynaklı Kafkasyalıları hedef alan strateji onların ölümünden sonra da devam etmiştir. 1960’lara geldiğimizde Batı Alman gizli servisi destekli Kuzey Kafkas kültür halkası başlığı altında çalışmalar gündeme gelmiş; Kafkasya ile birlikte Doğu Karadeniz de hedef alınmıştır.
Bu çalışmalar halen dahi devam etmektedir. Hedef milli birliğimizi parçalamak; birbirimize düşürerek kolay hedef haline getirmektir. Turanî soydan gelen, kız alıp-kız verdiğimiz, bayrak- toprak uğruna ve Allah yolunda beraber çarpıştığımız kardeşlerimiz, bireysel-ulusal ve uluslararası menfaatler için “Çerkezcilik” adı altında kullanılmak istenmektedir.
Biz bu oyunları geçmişte yaşadık; Biliyoruz.
[1]. http://www.nartajans.net/nuke/News-file-print-sid-3458.htm
[2] Ahmet Efe. Efsaneden gerçeğe Kuşşçubaşı Eşref. 2. Baskı Bengi Yayınları. İstanbul 2010. Sh 18.
[3] Ahmet Efe. A.g.e. Sh 19-20.
[4] Ahmet Efe. A.g.e. Sh 277-278.
yarı Çerkes yarı Türk özellikle de geçmişi değişik kaynaklardan okuyabilen biri olarak şu cümlenizi kınıyorum…. ”Osmanlı Hanedanı Çerkez göçmenlere özel ilgi göstermiştir. Denilebilir ki, bu günkü Çerkezler varlığını Osmanlı desteğine borçludur” Öncelikle KAFKASYALILAR…. Varlıklarını Osmanlı’ ya değil….ALLAH’ a borçludurlar… Kimin kimi kurtardığına gelince bu ise başlı başına bir polemik konusudur…. Ayrıca;
Ağırlıklı aritmetik otozomal DNA ortalaması Türklerin, genetik olarak Kafkasoid’in dalı olan Turanid ırkın özelliklerini taşıdıklarını açıkça göstermektedir. Türkiye’de bazı art niyetli çevrelerin iddia ettiklerinin aksine Türkler Mongoloid değildir. Antropolojik olarak da Türkler, Kafkasoid’in bir kolu olarak Turanid ırka mensup gösterilmektedir. Turanid ırkın özelliği ise Kafkasoid kökenli olması ancak az miktarda kuzeydoğu ve güneydoğu Asya genlerini de taşımasıdır. Günümüzde yapılan genetik çalışmalar da bunu tam olarak doğrulamıştır. Diğer bir ifadeyle ortalama olarak Türk halkları, az miktarda uzakdoğu genleri (%2 ilâ %18 arası) taşımakla birlikte ağırlıklı olarak Kafkasoid (%80 civarı veya üzeri) kökenlidir. Uzakdoğu (Mongoloid) genleri, Moğol, Tunguz ve Çinlilere yakın olan Türki gruplarda bir miktar artış gösterebilir; ancak bu oran Kafkasoid oranı geçmemektedir. Bu da Türklerin genetik olarak Kafkasoid olduğunu göstermektedir. Kaynak 🙁http://www.haplogruplar.com/turklerin-genetik-yapisi/)
SONUÇTA: Bende İnsanların ALLAH’ ın dediği gibi ADEM ve Havva’ dan yaratıldığını ve bedenimdeki DNA özellikleri gibi Türk-Çerkes Halklarının birbirleri ile et ve tırnak gibi ayrılamazlığını da biliyorum… Etnosantrik tutumlarla insanları ayırmaya gerek olmadığını da düşünüyorum. LÜTFEN BİRAZ BİLİMSELLİK:::))