Ölüm, her an yanı başımızda olan ve hiç olmayacağını farz ettiğimiz bir gerçek. Hayatı maddede görenler için her şeyin sonu… Mana ve inanç sahipleri için sonsuzluğun başlangıcı…
Koskoca dünya insanlar için nimetlerle dolu. Günlük hayatın gailesi arasında koışuşturmaca ile, hır-gürle günler geçiyor. Bir lokma ekmek için, bir kaç mangır için, basit koltuk-masa için koşuşturmakla geçen hayatlarla dolu dünya…
Herşeyin merkezinde insan… “Eşref-i mahlukat” olarak yaratılmış insan…
Şüphesiz Allah’ın emridir: İnsan yaratılmışların en şereflisidir. Kur’an’da öyle buyurulmuş. Amenna!…
Ama, İslâm’ın şartı 5 tir. Altıncısı da haddini bilmektir.
Haddini bilen Allah’ını bilir.
Hadi, konuyu biraz açalım. Şu koskoca dünya’daki herşeyin merkezinde olmak iddiasındaki insanı tartışalım.
Dünyada yaklaşık yedi milyarı geçen sayıda insan var. Aya hakim olmak iddiasında, güneş-i Mars’ı araştıran, uzaya öncü araştırıcılar gönderen –hepimizin mensup olduğu insanlık..
Peki biz, kendi güneşimizi ve ona bağlı gezegenlerimizi ne kadar biliyoruz? Boş verelim şunu bunu, Mars’ta suyun olup olmadığına bile emin değiliz.
Güneş sistemimiz Samanyolu galaksisi içinde bulunuyor. Samanyolunda bulunan bizimkine benzer güneş sistemlerinin sayısı kaç? Binlerce-milyonlarca..
Evren’de Samanyolu gibi kaç tane galaksi var? Bilinmiyor. Tahmin edilen, yine binlerce milyonlarca… Bu kadar çok olan gezegen, güneş sistemi, galaksinin bulunduğu evrenin büyüklüğü ne kadardır, dersiniz?
Evrenin büyüklüğünü şöylece açıklayabiliriz: Astronomide. Gök cisimleri arasındaki mesafeler ışık yılı olarak hesaplanır. Işık saniyede üçyüzbin kilometrelik hıza sahiptir. Bu dakikada 18.000.000 kilometrelik mesafe demektir. Bir ışık günü için bunu 24 ile, ışık yılı için günlük mesafeyi 365’le çarpmak gerekir. Kısacası bir ışık yılı 157.680.000.000 kilometre demektir.
Astronomlar, uzak yıldızlara olan mesafelerden bahsedilirken binlerce-milyonlarca ışık yılından bahsetmektedir.
Olayın bir başka yönü, bizim gördüğümüz yıldızlara ait ışıkların ilk yola çıkışları binlerce-milyonlarca yıl öncesine aittir. Başka bir deyişle bizim gördüğümüz yıldızlar, ölmüş olabilirler. Çünkü evrenin kendi dinamikleri yıldızların da doğup, gelişip, öldüklerini göstermektedir.
Böylesine muazzam bir sistemin içinde bezelye tanesi büyüklüğünde diyebileceğimiz dünya, ve dünyanın üzerinde mikroskopla dahi zorla görülebilecek önemde 65-70 yıl ortalama yaşam süresi olan insanlar..
Sahi biz insanlar, gerçekten zannettiğimiz kadar önemli miyiz? Yoksa biz kendimize atfettiğimiz önem dolayısıyla kendi kendimizi mi kandırıyoruz?
Yedi milyarlık insanlık… Şöyle büyükçe bir göktaşı dünyaya çarpsa ne olur? Olmaz mı? Olabilir. Olursa ne olur?.. Kıyamete inanmayanlar ebelerini…
Günün birinde, diyelim binlerce-milyonlarca-milyarlarca yıl sonra güneşin enerjisi biterse?… Ki bitecek… İnsanlık görse de bitecek; görmese de bitecek.. O zamana insan kalırsa… Al sana kıyamet. İnsanın gücü yetiyorsa önlesin…
…..
Fıkra olarak anlatılır:
Adam çocuğunu çok parçalı-karışık yap-boz şeklinde dünya haritası alır. Ümidi, çocuğun uzun zaman uğraşacağıdır. Ancak umduğu gibi olmaz. Çocuk oyuncağı aldığından birkaç dakika sonra yapmış olarak geri getirir. Babası merak ve heyecanla nasıl becerdiğini sorar. Çocuğun cevabı çarpıcıdır: “Dünya haritasının arkasında insan resmi vardı. Onu düzeltince dünya da düzeldi.”
………
İnsanı düzeltmek bu kadar kolay mı? Bence sıkıntı orada..
“Bezm-i elest”te “bela” diyip “fena”yı bilen ruhlar, cismani dünyada gerçeği unutuyorlar. Unutunca da kendilerini ölümsüz, dünyayı da babalarından kendilerine kalmış mülk olarak görüyorlar.
Yunus’u hatırlayan neredeyse kalmadı:
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Malda yalan, mülk te yalan,
Var biraz da sen oyalan.”
Oysa, Yahya Kemal, “Sessiz Gemi” ve “Rindlerin Ölümü” adlı şiirlerinde ölümü ne güzel tarif etmiştir:
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.”
“Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter”
………
İnsanoğlu ölümü kendisine hep uzak hissetmiştir. On yaşında iken 15 yaş büyük görülürken, 65’e gelince gençlikten bahsedilmeye devam edilirken, 80’de emaneti teslim edenler için “gençmiş” ifadesi kullanılabilmektedir.
Karacaoğlan’ın deyişi bu düşünceyi açık olarak anlatmaktadır.
“Çıkıp bozkurtlayın ulaşamadım
Yalan dünya sana çıkışamadım
Eşimle dostumla buluşamadım
Var git ölüm bir zaman da gene gel
Karac’oğlan der ki derdim pek beter
Bahçede bülbüller şakıyıp öter
Anayı atayı dün aldın yeter
Var git ölüm bir zaman da gene gel”
Ancakkk… Kazın ayağı pek de öyle değildir: Cahit Sıtkı Tarancı ise, “Otuz Beş Yaş” şiirine,
“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”
mısraları ile başlar ve ……..
“N’eylesin ölüm herkezin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.” dizeleri ile bitirir.
Bu şiirden kendisinin en az yetmiş yaşına kadar yaşamayı umduğu anlaşılmaktadır. Hayatı sadece 46 yıl 11 gün sürmüştür.
…….
Ölüm, kimine göre her şeyin sonu, kimine göre her şeyin başı…
İnsanı maddeden ibaret gören ve manayı reddedenler için her şeyin bittiği an… Hani Hocanın dediği gibi: “Gömün….” Öylelerine zaten sözümüz de olmaz. Öyleleriyle işimiz de…
Yaratanı bilen, yaratılışın sırrına erenlere: “Eyvallah”.. Onlara da sözümüz yok. Dinleriz ancak..
Sözümüz Araf’takilere[1]… Aradakilere…
Makam-koltuk-para-pul derken yarını unutanlara.. Onlara Yunus’layın hatırlatma gerekiyor:
“Dünya umuruna meylini verme
Sen de kurtulamazsın ecel elinden
Ben filanım deyi göğsünü germe
Sen de kurtulamazsın ecel elinden
….
Eydür Derviş Yunus din ile iman
Tacı tahtı yel götürdü Süleyman
Lokman da derdine olmadı derman
O da kurtulamadı ecel elinden”
Unutulmaması gereken her şeyin esası olan aşk, Hani Fuzuli’nin,
“Her ne var ise aşk imiş bu alemde,
İlm bir kıyl-ü kaal imiş ancak” dediği aşk.. Aşıkların, gençliğinde cismani başlayıp, çok azının ilahisine eriştiği ulu menzil.
Aslı’sı giden Aşık Kerem’e,
“Felek sen mi kaldın bana gülecek,
Akıttın göz yaşımı kimler silecek,
Kerem’e dediler Aslı’n gelecek
Gelme ecel gelme üç gün ara ver,
Üç günden ne çıkar, beş gün ara ver.” dedirten aşk.
Seyr-i sülûk’a giren aşık, önce sevdiğine yalvarmaya başlar, Feymani, Usuli ve Fazıli’nin dizelerinde olduğu gibi..
“Feymani’yim, kaçma benden,
Usanmadı gönül senden.
Ecel tatlı canı tenden,
Çekmeden gel, çıkmadan gel.”
…
“Yalan dünya kime kalır
Boşa yazılanlar gelir
Ötesini Mevla bilir
Hele bir demdir sürelim
Bugün bir demdir sürelim
Hele bir devran sürelim
Bugün bir demdir sürelim”(Usuli)
…
“Güz havası sert olmadan
Bu sözlerim dert olmadan
Mezar bize yurt olmadan
Tez gel bana nazlı yarim” (Aşık Fazıli)
Sonra bir kısmı gerçek aşkı bulur.
Mevlana, ölümü sevdiği ile buluşma gecesi olarak görmüş ve “Şeb-i Arus” olarak tarif etmiştir.. Yani düğün gecesi… (Mevlana gibi bir Türk ulusunun Farsça yazmasını kullanmasını bir türlü kabullenememişimdir:. O da ayrı mesele..)
“Düğün gecesi” yaklaştığında dostlukların kıymeti daha da artıyor. Artan kıymetle beraber hassasiyet te…
Hızır Paşa’nın emir üzerine tüm Sivaslı’lar Pir Sultan Abdal’a taş yağdırırken, dostu-musahibi Ali Baba taş atmasa da can korkusundan Pir’e gül atar. Atılan onca taşın yaralamadığı Pir Sultan’ı, dostunun gülü yaralar. O anda,- yüz yılları aşarak günümüze kadar gelen o meşhur deyişini söyler.
“Dar günümde dost düşmanım bell’oldu
On derdim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boyunuma takıldı
Gerek asa, gerek vuralar beni
Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yareler beni.”
Ölüm, sonsuzluk içinde yok denecek kadar kısa olan dünya hayatının sonu. Emr’olunduğu üzere: “İnnalillahi ve inna ileyhi raciun.” Bu dünyadaki 30-40-80-100 yıllık ömür… Yalan Dünya…
İnsan doğarken hep ağlamıştır. Aldığı ilk solukta ciğerleri yandığı için. Dünya hayatı boyunca koşturur ve bir gün gider. Gerisini Yunus’un deyişi ile özetleyelim:
“Eceli gelenler gider
Hepsi dönmez yola gider
Bizim halimizden haber
Soranlara selam olsun
Derviş Yunus söyler sözü
Yaş doldurur iki gözü
Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selam olsun”
Yunus’un ölümünden epey sonra Molla Kasım diye biri gelir. Rivayet olunur ki, o güne kadar Üstad’dan ulaşmış olan üç bin şiiri dere kenarında okumaya başlar. İlk bin şiiri okur. Beğenmez suya atar. İkinci bin şiiri beğenmez yakar küllerini havaya savurur. Okumaya devam eder. İkibinbirinci şiirde şu kıtayı görür:
“Miskin Yunus gel bu sözü eğri büğrü söyleme,
Seni de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.”
Molla Kasım, yaptığı hatayı anlar. Ancak yapacak bir şeyi kalmamıştır. O günden bize kalan sadece Yunus’un üç bin şiirinden sadece bin tanesidir.
Hoş geldin ey ölüm
Cahit Sıtkı Tarancı, ölümü anlatan şiirlerin en güzellerinden biri olan “Ölümden Sonra” adlı şiirinde yaşamak-ölüm ikilemini çarpıcı şekilde anlatır:
“Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü;
Alıştığımız şeydi yaşamak.”
Yaşamayı alışkanlık olarak tarif eden bu dizeler, yaşama ümidi ve arzusunu romantizm içerisinde anlatmaktadır.
Yaşama ümidi insanı hayata bağlayan en önemli etkenlerin başta gelenidir. Nitekim, “Ben öleceğim” diyen hastaların kurtulma ihtimalinin çok az oluşu da bu görüşümüzü desteklemektedir. Ancak “Ümidin sınırı ne olmalıdır?”, “Ümidle pişmanlık arasındaki sınırı nerededir?” sorularının cevabı da açık değildir. Belki de bu sebeple, Friedrich Nietzsche, “Ümit, kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.” demektedir.
Hayatını ümid peşinde koşmakla geçiren insanoğlu, bir gün ölüm gerçeğini acı bir şekilde kabul etmektedir. Sivaslı Aşık Meslekî, o anı şöylece anlatmaktadır:
“Dolanı dolanı gelir
Ölüm yavaşça yavaşça
Kalem alıp yaz derdimi
Gülüm yavaşça yavaşça”
Keza Aşık Seyit Nizam, gelip geçen ömrün arkasından hayıflanmaktadır:
“Geldi geçti ömrüm benim
Ömrüm kadrini bilmedim
Bir kuş gibi uçtu ömrüm
Ömrüm kadrini bilmedim
………
Seyit Nizam oğlun ağlar
Hasreti sinemi dağlar
Ele geçmez giden çağlar
Ömrüm kadrini bilmedim.”
Ölüm şiirlerine, Bahtiyar Vahapzade ve Necip Fazıl Kısakürek’in muhteşem mısraları ile son verelim:
“Bu nasıl dünyadır…
İnsanoğlunun
Hayali göktedir kendi yerdedir…
Sağken omuzunda hayatın yükü
Ölende ceseti çiyinlerdedir…
Bu nice dünyadır bu nice dünya
Ölüm hakikat hayatı rüya” (Vahapzade)
“Son günüm olmasın çelengim top arabam
Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam” (Kısakürek)
………
Şiirlerle anlatmaya çalıştığımız ölüm gerçeğinin tıbbi boyutuna değinmeden geçmemiz eksiklik olacaktır. Bu nedenle, konunun tıbbi boyutunu da kısaca anlatalım.
Önce bir fıkra:
Adam, Azrail’le karşılaşır. Yaptığı bir iyilik karşılığında Azrail’den iki iyilik sözü alır. Azrail canını almaya gelmeden once 3 kez haber verecektir. Hastalandığında azraili baş ucunda görürse günü gelmiştir. Ayak ucunda görürse “geçmiş olsun”a uğramıştır. Aradan geçen bir müddetten sonra şiddetli baş ağrısı çeker. Uzun tedavilerden sonra kurtulur. Mide ağrısı çeker, tedavi olur. Nefes darlığı çeker, iyileşir. İnfarktüsü geçirir; Baş ucunda, elinde tırpanı üzerinde harmanisi ile Azrail’i görür. Durumu anlar. İtiraz eder:
-“Hani sen gelmeden once bana 3 kez haber gönderecektin?”
Azrail cevap verir:
-“Baş ağrısının, mide ağrısının, nefes darlığının anlamını anlamak istemediysen ben ne yapayım?”
Adam kurtuluşun olmadığını görür. Son care olarak yatağın baş ucunu ayak uçla değiştirir. Maksadı Azraili ayak ucunda görmektir. Gözünü açtığında Azrail’in yine baş ucunda olduğunu görür. Azrail hırsla söylenmektedir.
-“Hiç boşuna debelenme. Elimden kurtulamazsın.”
Türk sinemasındaki ölüm sahneleri şaheserlerimizin (!) başta gelenlerindendir. “Esas oğlan” 50 kişi ile kavga etmektedir. Altı patlar silahla hiç doldurmadan 20 kez ateş eder. Her kurşunda en az bir kişi ölür. Kötü adamı vurur. Ancak kötü adam ya hemen ölmez, “esas oğlan” hırsını-intikamını alacak kadar yaşar veya “esas oğlan” önce hırsını alır, sonra öldürür.
“Esas oğlan”ın yumruğunu yiyen iflah olmaz. İki kere yumruk yiyen ölür. “Esas oğlan” ve “esas kız” ne kadar kurşun-bıçak yerlerse yesinler ölmezler. Sürüne sürüne birbirlerine yaklaşırlar; elleri birleşir. “Sevgilim cennette hiç ayrılmayacağız” diye birbirlerine söz verdikten sonra, elele ölürler.
Tüm bu anlattıklarımızın gerçek ölümle hiçbir ilişkisi yoktur. Böyle ölüm bekleyenler varsa…
Ölüm tıbbi-hukuki açıdan bir süreçtir. Gerçek ölüm hücresel düzeydeki ölümdür. Yani hücrelerin ölmesidir. Kişinin kalbi ve solunumu durduktan sonra dahi bir süre yaşayan hücrelerin ölmesi mutlak ölümdür. Kalb ve solunumun durması hücrelere giden kan ve oksijenin olmaması anlamına gelir. Bu andan itibaren organlar belirli bir süre daha dayanabilirler. Bazı durumlarda ise kalb ve solunun ilaçlarla ve özel ekipmanla çalıştırılırken beyin hücreleri ölebilir. Bu duruma “beyin ölümü” denir. Tıbben ve hukuken ölüm kabul edilir. (Organ bağışı yapılan dönemdir.)
Kalb ve solunumun durmasından sonra vücutta hareket görülebilir mi? Evet. Beyin ve omuriliğin yaşıyor olmasına bağlı olarak şuursuz hareketler görülebilir. Bu cümleden olarak, kafası kesilen bir kişide bile vücutta çırpınmalar, kafada-yüzde anlamsız hareketler olabilir.
Hastalıktan veya kazaya bağlı yavaş ölümlerde ise, once vücut soğumaya- üşümeye başlar. Bu dolaşımın bozulmaya başladığının göstergesidir. Bazıları bunu, “ayaklarımdan can çekiliyor” diye tarif ederler. Bu esnada tüm vücuttaki organlara ait kanlanma bozulmaya başlar. Beyinin son ana kadar kanlanması korunur. Tansiyon düşmesinin kontrol edilemez veya tedaviye cevap vermez duruma düşmesiyle koma durumu ortaya çıkar. Bu esnada beyin fonksiyonları da bozulmuştur. Bu süreçte beyinde oluşan anormal elektriksel aktivitelere bağlı olarak hayallerin görülebileceği ileri sürülmektedir. Dolaşımın ve solunumun durmasına beyin hücrelerinde ölümün gerçekleşmesi aşamasında ise… Parlak bir ışık ve sonsuz bir huzurdan bahsedilmektedir.
Bu süreçte değişmez bir gerçek vardır ki o da, ölümden kısa süre once her hastada “ölüm iyiliği” görülmesidir. Bunca yıllık meslek hayatımda gördüğüm gerçek şudur ki: hastalık ve ağırlık derecesi ne olursa olsun ölecek hastalarda ölümden kısa süre once muhakkak kısa süreli de olsa bir iyilik hali görülmektedir.
Son olarak ölümün hangisi iyi? sorusunun cevabını arayalım.
Boğularak ölüm.. Kötü.. Öksürük, nefes açlığı, şuur kaybı.
Kanserden ölüm.. Son ana kadar şuur yerinde.
İnfarktüs ve trafik kazasından ölüm.. Bir anda alıp götürürlerse mesele yok. Temiz iş (?). Yatağa bağlayıp süründürürlerse… Sevimsiz bir durum. Felç olup kalmak ta ayrı bir dert. Ölümü aratabilir.
Donarak ölüm. Harika.. Uykuya dalıp uyanmamak…
Bomba veya uçak kazası gibi parçalanma şeklindeki ölümler de temiz iş sınıfındadır. Bir anda her şey biter.
En kötü ölüm ise, sürünerek ölmektir. Düşünün, adam AİDS olmuş bin türlü sıkıntı ile ölüyor. Ölmekle kurtulsa yine iyi. Arkasından bir sürü dedikodu: “Vay canına!.. …Efendiyi bizde adam bilirdik. Meğerse O da i… imiş.” (:o)
………
Ölüme güzellemeye şiirlerle başlamıştık. Şiirlerle bitirelim…
Ölümün son olmadığına inananlardan Atsız Hoca’nın bir beyti:
“Hakanların dikilmeli Altay’da tuğları,
Varsın cihanda olmaya görsün mezârımız.”
Gönül adamı Arif Nihat Asya’nın izinde son sözü söyleyelim:
Madem ki kaderde var gitmek,
Madem ki gidiyor her gelen.
Kapanmalı secdeye
Kalkmamalı secdeden.
Gitmeli böyle giden.
Cami avlusunda
Yalancı şahitler
“İyidir, mümindir” derler,.
Buluşmamışken hayatta,
Camide, sayda, tavafta..
İstemem onları musallada,
Yalancıdır şahitler,
Benim imanımdan size ne?
Herkesinki kendine..
Ölüyorsam eğer,
Hu çeksin güvercinler,
Elife benzer selviler,
Rükuya gitsin güller
Eksilmesin aminler.
Böyle gelecekse ölüm;
Hoşgeldiler, sefa geldiler!
selamün aleyküm; Sayın, hocam öncelikle o mübarek ellerinizden öper saygılarımı sunarım.hocam,elinize emeğinize sağlık çok güzel anlamlı ve anlatımlı ölüme sitemi aşkı ve sevdayı bu denli anlatacak dersi arzı ifade edecek başka bir ifade bana göre düşününememekteyim.saygılarımla.